Önceki gece ne seyrettiğimizi düşündünüz mü...
Evet çok güzel bir futbol seyrettik...
Maç öncesi iki takım da diz çökerek ırkçılığa karşı çok güzel bir dayanışma fotoğrafı verdiler...
İnsanlar iki yıldan beri ilk defa yan yana, omuz omuza maç seyrettiler.
Ama sahada sadece bu mu vardı?
Sahada, dünyanın en demokratik ülkelerinden ikisinin milli takımları vardı...
Biri İngiltere...
Shakespeare’in ülkesi...
Fiziğin babası Newton oradan...
Ekonomiyi kuran adam diye bilinen Adam Smith de...
Dünyayı hâlâ en çok konuşturan “Türlerin Kökeni” kitabının yazarı Darwin de oradan...
Marksizmin babası Karl Marx’ın mezarı orada...
Felsefenin 20’nci yüzyıldaki babalarından Bertrand Russel...
Tabii Beatles da...
Demir Leydi siyasetçisi oradan...
10 Downing Street’deki başbakanlık odasına Fender Stratocaster gitarını koyan Tony Blair de o ülkenin çocuğu...
*
Öteki tarafta İtalya...
Dante’nin ülkesi...
Caravaggio’nun, Michelangelo’nun, Da Vinci’nin doğup büyüdüğü topraklar...
Vivaldi, Rossini, Puccini, Verdi o şahane müzikleri orada yazmış...
D’Annunzio şiirlerini o ülkede yazmış...
Dünya sol hareketinin düşünen insanı Gramsci’si oradan çıkmış.
*
Biri faşizmi yaşamadan demokrasinin nimetlerini bilmiş...
Öteki faşizmi yaşayarak demokrasinin ne olduğunu öğrenmiş...
Evet bu iki ülke oynadı finali...
Peki sonuç?
*
İtalya kazandı...
Pandeminin en büyük sıkıntısını çeken ülkelerden biriydi...
Tekrar yaşama sevincini verdi futbol bu ülkeye...
Öteki futbolun doğduğu yer ve o oyunu yarım asır sonra bir şampiyonlukla tekrar evine getirmeyi çok istedi.
Olmadı...
Ama o İngiltere de çok büyük bir şeyi kazandı...
Dünyanın en iyi takımlarına ve en iyi ligine sahip olup da milli takımını oynatamayan ülke imajını yıktı.
Bir de büyük bir demokrasi olarak, ırkları aşan kozmopolit bir milli takımın güzelliğini hem kendilerine hem dünyaya gösterdiler...
*
Bu iki büyük ülkeyi de alkışlıyorum....
Bize bir kere daha demokrasinin güzelliğini...
Adalet duygusunun kudretini...
İnsan haklarına saygının büyüklüğünü...
Irkçılığa, yolsuzluğa karşı ayağa kalkabilen futbolcuların estetiğini gösterdiler... Alkışlarım iki takıma da...
İNGİLİZLER NEDEN SWEET CAROLİNE SÖYLEDİLER
Bu şampiyonada İngiliz seyircisinin hep birlikte ve içten söylediği şarkı “Sweet Caroline”di...
1969 yılında, benim üniversiteyi bitirdiğim yıl çıkan bir şarkıydı.
Bestecisi ve şarkıcısı Neil Diamond’du...
*
O şarkıyı Kennedy’nin çocuğunun fotoğrafını görüp çok etkilenip bir otel odasında yazmıştı.
Parça spor dünyasına 1997 yılında NBA takımı Boston Red Sox’la girdi. Ama asıl sahaya girişi 2013 yılında Boston maratonunda patlayan bombadan sonra Neil Diamond’un moral ve destek amacıyla Boston’a gelip takımın maçı öncesi bu şarkıyı canlı söylemesi ile oldu.
*
Aslında sözleri maçlara, futbola çok uygun değil...
Ama o kadar sıcak, nakaratı çok kolay öğrenilen ve söylenirken insana o kadar mutluluk veren bir şarkı ki...
*
İngilizler bir de Baddiel, Skinner & Lightning Seeds’in “Thre Lions” şarkısını söylediler.
İTALYA’YA RAKİP SAHADA ALINAN BİR RÖVANŞLA GİREN BİR ŞARKI
İLGİNÇTİR İtalyan milli takım seyircisinin hep birlikte söylediği de bir Amerikan şarkısıydı. White Strips’ın, “Seven Nation Army” şarkısını söylediler.
*
Dünyanın en iyi gitaristlerinden biri sayılan Jack White’ın bestesi olan “Seven Nation Army” şarkısı 2004’te Grammy kazanmıştı.
Bu şarkının spor tarihi de ilginç.
2003 yılında İtalya’da oynanan Avrupa Şampiyon Kulüpler maçında Club Brugge KV’nin oynadığı maçta Belçikalı taraftarlar bunu Milan’a karşı söylediler.
O maçta Brugge takımı Andes Mendoza’nın attığı golle maçı kazandı ve bu parça kulübün resmi şarkısı oldu.
*
Ancak 3 yıl sonra başka bir şey oldu.
Yine Şampiyon Kulüpler turnuvasında İtalyan takımı Roma, kendi sahasında Club Brugge KV’yi yenince bu defa Roma taraftarları bu şarkının riffini (giriş temasını) kullanmaya başladı. Aynı yıl Dünya Kupası’nda bu defa İtalya milli takımının taraftarları bu şarkıyı söylemeye başladılar.
White Strips’ın “Seven Nation Army”si önceki akşam İtalya’nın zaferinin neredeyse milli marşı haline gelmişti...
HA GAYRET KAYMAKAM BEY BİR ADIM SONRASI TAYT OLUR
BENİM için günün adamı Kaş Kaymakamı Şaban Arda Yazıcı...
Yok yok sosyal medyada TT olan dana gözünün beş katı kadar Valentino harflerini taşıyan White Sneaker’ı (beyaz spor ayakkabısı) dolamayacağım dilime...
Ben de beyaz sneaker’cıyım...
Bir beyaz sneaker’cı, bir beyaz sneaker’cıya laf ettirmez...
Ben pantolona takıldım...
Sadece “Slim” diyeceğim... Yok daha ileri...
“Slim fit” diyeceğim...
Yani onu ben de giyiyorum ama benim giydiğim bu değil yani...
“Skinny” veya “Straight” falan diyeceğim...
Vallahi onlar bile bunun yanında şalvar kalır...
*
Yahu galiba bu resmen jean kumaşından yapılmış bildiğimiz tayt...
Hani Mel Brooks’un, “Men in Tight” (Taytlı Adamlar) filminde dalga geçtiği şey...
*
Ama helal olsun kaymakama...
Şu şahsım “Dandy” erkek ki, giyimde bayağı cüretliyim...
Vallahi buna ben bile cüret edemezdim.
CANNES NOTLARI
CANNES’IN İKİ GÖZDESİ HADİD VE CHASTAİN
PANDEMİ sonrası ilk Cannes Festivali ilginç geçiyor.
Bu yıl en dikkatimi çeken iki kadın Amerikalı aktrist Jessica Chastain ile Bella Hadid’di...
Hem elbisesi hem de boynuna taktığı bu takı çok konuşuldu...
Yine de göğüste o kadar büyük bir takı çok güzel mi, rahat taşınıyor mu karar veremedim.
Benim en beğendiğim Jessica Chastain’in bu büst fotoğrafı oldu.
Tam bir yaz karesi... Gözlükler ve dudak boyası postmodern...
Dudak boyası desen öyle...
Saç stili, tenin canlılığı...
Cannes’ın 1 numarası...
CANNES NOTLARI
BASİT BİR LEZBİYEN Mİ YOKSA TARİKAT ŞEYHİ Mİ
FESTİVALDE gösterilen iki filmi çok merak ediyorum.
Biri Wes Anderson’ın “French Dispatch” filmi... Galiba biraz “Hotel Grand Budapest” tarzı bir film...
Öteki de “Temel İçgüdü” filminin yönetmeni Paul Verhoeven’in yeni filmi “Benedetta”...
Verhoeven’in filmi çok tartışılacak bir konuyu işliyor. 17’nci yüzyılda İtalya’da bir rahibe manastırında geçen gerçek bir olayı anlatıyor.
Cannes’da herkes filmin konusunun “Lezbiyen rahibeler” olduğunu söylüyor ama olayın aslı tam da o değil.
*
Film 1986 yılında çıkmış bir araştırma kitabından alınmış.
Benim de zamanında okuduğum bir kitap.
Kitabın yazarı Judith C. Brown adlı bir araştırmacı.
Kitabın adı: “Immodest Acts: Life of a Lesbian Nun in Renaissance Italy...”
Oxford University Press’den çıkmış bir tarih kitabı yani.
*
Kitabın adında da “Lezbiyen rahibe” kavramı yer alıyor. Ama benim kitaptan çıkardığım sonuç, lezbiyenliği aşan bir özelliğe sahip.
Kadın, manastırda çok etkili ve karizmatik bir tarikat şeyhi haline geliyor.
Hazreti İsa ile evlendiğini iddia edip nikâh töreni yapıyor.
Tabii ki Papalık da ayağa kalkıyor ve hapse atılıyor.
*
Verhoeven bu ayrıntılara dikkat ediyor mu, yoksa basit bir lezbiyen hikâyesi mi anlatıyor...
Seyredince göreceğiz.
Yorum Yazın