Biliyorum, şu güzel bayram gününde böyle bir sorunun ne manası var diyeceksiniz...
Çok haklısınız...
Hele hele benim gibi “Hayat varsa ölüm yoktur” diye düşünen bir insanın durup dururken bu soruyu sorması ve keyfimizi kaçırması çok manasız. Ama kızmayın. Ben sadece piyanistim...
Soruyu ben sormuyorum, o nedenle bana ateş etmeyin...
Dün New York Times’ta okudum.
Pandemi bir buçuk yıl içinde Amerikan halkının ortalama ömrünü 1.5 yıl kısaltmış...
2019’da yeni doğan bir çocuğun ortalama ömür beklentisi 78.8 iken, 2020 sonunda bu rakam 77.3’e inmiş...
*
Ama daha acıklısı var.
Ortalama yaşam süresi konusunda da büyük eşitsizlik söz konusu...
Aynı süre içinde, beyaz nüfusun ömrü 1.2 yıl azalırken siyah ve Hispanik nüfusunki 2.9 yıl kısalmış.
*
Bu haberi okurken tabii ki şu bencil soru da zihnime saplandı:
Acaba Türkiye’de yaşayan bir Beyaz Türk olarak benim ömrümü ne kadar kısalttı?
Sonra utanıp o bencilliği attım ve soruyu sordum:
Acaba bizde de sınıfsal bir fark var mı?
Bir Anadolu köylüsü, işçisi, bir Suriyelinin ömründen ne kadar aldı?
*
Hemen paniklemeyin...
Bizim şöyle bir avantajımız var.
ABD’de Covid-19’dan ölen insan sayısı 600 bin...
Bizde ise 50 bin...
ABD’nin nüfusu 328 milyon.
Yani ABD’nin nüfusu Türkiye’nin 4 katı...
Yani ABD’deki ölüm sayısı Türkiye’nin 12 katı...
Demek ki, en azından teorik olarak biz daha şanslı sayılırız.
Ama sınıfsal olarak herkes o kadar şanslı mı, işte onu bilmiyorum.
O yüzden başlığa biraz provokatif olarak “Bir Beyaz Türk’ün ömrü ne kadar azaldı” cümlesini koydum.
*
Şimdi, eğer varsa; TÜİK’in bu konudaki son çalışmasını merakla bekliyorum.
Beklerken de size umut verici bir rakam vereyim.
Kişi başına düşen gelirin 8.500 dolar civarında olduğu Türkiye’deki ortalama ömür beklentisi, 63 bin dolar olan ABD ile neredeyse aynı...
Türkiye’de de ortalama ömür beklentisi 78.6...
Bu rakam erkeklerde 75.9, kadınlarda ise 81.3...
Yani durumumuz hiç de fena değil...
*
Beyaz Türklere gelince, onlar için ayrı bir rakam yok...
O nedenle Allah’ın biz Beyaz Türklere daha ne kadar ömür verdiğini tahmin bile edemiyoruz.
Allah gecinden versin deyip konuyu bağlayalım.
BENİ HAUT-BRİON’LA TANIŞTIRAN O SESSİZ, ZARİF İNSANI KAYBETTİK
Şevket Sabancı, büyük “Sabancı” ailesinin en sessiz üyelerinden biriydi.
Rahmetli Sakıp Bey ne kadar ortadaysa, o daha da fazlası sessiz sakinliklerdeydi...
Bense o insanın sessiz köşesindeki kültürünü, zarafetini tanıma fırsatına sahip olanlardan biriydim. Beni Haut-Brion şarabı ile tanıştıran insandı... Onunla çok ender görüşsek de sohbetlerimizin hatırası çok sık yanımdaydı...
*
Herhalde Bordeaux şarabını dünyada en iyi bilen insanlardan biriydi...
Şarap kültürünü aynı zarafetle sanatla birleştiren insandı... Müsekkin bir karakterdi...
En gergin ortamlarda onun sükûneti anında doğal bir arabulucuya dönüşür, öfkeler anında ateşkes ilan ederdi...
*
Hayatı yaşamanın en zarif üslubunu keşfetmişti...
Hayatı bir müzik olarak gören insanların “es” işaretiydi Şevket Bey...
Tartışmanın ortasında anlamlı bir susuşun her şeyi ne kadar düzeltebileceğini bize öğreten hocalarımızdan biriydi...
*
Dün sabah onu kaybettik...
Bordeaux’nun kenarında, Haut-Brion şatosunun bulunduğu Pessac bölgesi bir kişi eksildi dün sabah...
Türkiye’nin huzur haritasından da bir parça koptu gitti...
*
Nur içinde yatsın...
BU DİZİNİN SONUNU ÇOK İYİ BİLDİĞİM İÇİN SEYRETMEDİM
HİSLER önemlidir...
İçimdeki his beni üç hafta önce gösterime sokulan “Nasıl Diktatör Olunur” dizisinin yanına hiç yaklaştırmadı...
Çünkü diktatör denilen pespaye karakteri o kadar iyi biliyorum ki, merak edeceğim hiçbir şey kalmadı.
Hepsinin cibilliyetini, yedi sülalesini, bu dünyaya ve insanlığa yaptığı kötülükleri...
Hepsini biliyorum...
Yani bu diziyi seyretmek yerine, Hannah Arendt’in bizzat yaşayarak yazdığı “Kötülüğün Sıradanlığı”, “Totalitarizm” ve “Totalitarizmin Kaynakları” kitaplarını üçüncü defa okurum.
Çok daha iyi...
*
Peki dizinin sonunu nereden biliyorum?
Herkes biliyor...
Bu pespaye kişilikler hakkında tarih hepimize şunu öğretti:
Diktatör olabilirsin...
Ama tarihe insan olarak kalamazsın...
Hepsinin sonu bize işte hep o aynı hikâyeyi anlattı.
Zaten hepsinin sonu da aynı oldu.
Standart yani...
HER BİR DİKTATÖR HAKKINDA FEVKALADE ŞAHSİ HİSLERİM
STALİN: Biz geçen yüzyılın idealist çocuklarını onun kadar düş kırıklığına uğratan pespaye bir karakter olamaz...
Neymiş? İşçi sınıfı adına yapmış...
Haydi oradan be...
Sen biz solcuların masumiyetini alan kötü bir tecavüzcüydün...
*
HİTLER: Ne diyeyim... “Cani” kelimesi çok az... “Katil” kelimesi çok eksik... “Katliam” kelimesi çok yetersiz... “Soykırım” dersen ehh... O bile yetmez...
Goethe’nin, Kant’ın, Beethoven’ın, Bach’ın, Thomas Mann’ın ülkesini bu hale getiren bir adama hayatımın her günü beddua etsem bile azdır.
*
SADDAM: Bu bölgeye, Müslüman alemine, “BAAS” denilen vahşi parti devlet zihniyetini getirenlerden biri.
Kendine Müslüman diyen her uygar insana en büyük kötülüğü yapan Ortadoğu’nun müflis “Şeflik” nizamının kurucu babalarından...
*
KADDAFİ: Sonu çok trajik, çok kötü biten büyük bir Ortadoğu şakası...
Kara komik bir karakter... Ama Müslüman alemine çok kötüye mal oldu...
*
MUSSOLİNİ: En azından hepimize şunu öğretti: Şaklabanlığın da bir sınırı var. Aştın mı, yani ellerini kollarını sallayarak yarattığın o kötü palyaçoluğu, milyonlarca insanın ciddiye aldığı şeytani bir kimliğe dönüştürmeyi başardığın zaman...
Dante’nin, Da Vinci’nin, Gramsci’nin, Verdi’nin, Puccini’nin, Vivaldi’nin, Pavese’nin ülkesini de cehenneme çevirdiğin zaman...
Yerin cennet değildir...
Layığın neresi ise orasıdır...
YARIM KALMIŞ HİKÂYE
‘O KUZU’ SONRA NE OLDU MAHİR BEY
BAYRAMIN birinci günü Hürriyet’te çok ilgimi çeken bir fotoğraf vardı.
Bebeklik yaşında bir çocuk ve karşısında ona bakan bir kuzu...
AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın kuzusuymuş.
Altında da hikâyesi var...
1969 yılında Elbistan’da henüz bebek yaştayken bir kuzusu varmış.
Fotoğraf onunla bahçede birlikteyken çekilmiş...
İzmirli bir çocuk olarak bu fotoğrafa bakarken düşündüm.
Acaba o kuzu sonradan ne oldu?
*
Sormamın nedeni de şu.
Benim de 9 yaşındayken böyle bir kuzum vardı. Okuldan sonra evin yakınındaki tarlaya götürüp hep otlatırdım. Sonra bir sabah uyanıp avluya bakan penceremi açtığımda, büyük insanların arasından bana bakan açık gözlerini görüp şoka girmiştim. O gün Kurban Bayramı’nın birinci günüydü...
Pijamayla evden fırlayıp mahallede deli gibi koşmaya başlamıştım.
Köşedeki karakolun komiseri beni alıp sakinleştirmişti...
*
O travmayı hâlâ atlatamadım.
İşte ondan merak ettim...
O kuzu ne oldu Mahir Bey...
KURBAN KESENE NEDEN KESİYORSUN DENİR Mİ
NOT: Soner Yalçın dün Sözcü Gazetesi ve OdaTV’deki köşesinde “Kurban kesene niye kesiyorsun diye sorulur mu” diye bir yazı yazmış.
“İnanan bir insana bu sorulmaz” diyor ve kurban geleneğinin eski Sümerlerden bu yanı gelişimini anlatıyor. Bu görüşe ben de katılıyorum. Kendi payıma sadece yaşadığım kendi travmamı anlatıyorum.
GÜZEL İNSANLARDAN GÜZEL BİR POTPURİ
ÇInar Oskay, genç kuşağın parlak gazete yöneticilerinden biri...
Hürriyet Pazar’ın Neyyire Özkan’dan sonra gelen yöneticisiydi. O dönemde yaptığı mülakatları kitap haline getirmiş... O mülakatların hepsini su içer gibi okumuştum. Kitapta o mülakatlardan alınmış küçük cümleleri de dün T24 sitesi yayınladı. En çok hoşuma gidenlerden bir potpuri yaptım size:
*
ADALET AĞAOĞLU: “Bu kadar uzun yaşamayı istemezdim, dünyanın bu halini görmemek için...”
*
SÜLEYMAN DEMİREL: “Bizim gibi insanların aradığı en önemli şey, konuşacak arkadaştır.”
*
DÜCANE CÜNDİOĞLU: “İslam dünyası, “Ey insanlar’ deme yeteneğini yitirdi.”
*
CEM YILMAZ: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Ve o satıh... Bütün hayattır...”
NOT: Çınar Oskay: “Çağ Sancısı”, Doğan kitap, 2021
MANGAL KÜLTÜRÜ
KÜÇÜK KÖFTEYİ NEDEN BÜYÜK KÖFTEDEN DAHA ÇOK SEVİYORUM, SIRRINI ÇÖZDÜM
GEÇENLERDE Güneri Cıvaoğlu’yla Bodrum’un gayriresmi kültür merkezi haline gelen Zai’deydik... Güneri Bey, “Buranın hamburgeri şahane” dedi... Hamburgerci değilim ve bu yemeğin giderek gastronomi köşelerinde daha da ciddiye alınmasını anlayamayanlardanım.
Yani o akşam bana fazla bir şey demedi, ama masadakilerin çoğu Güneri Bey’le aynı fikirdeydi... Aynı Zai’de bir hafta sonra bu defa küçük boy burger getirdiler... İşte onu çok sevdim...
Dün New York Times’ta burger üzerine iki ayrı yazı okudum.
Belli ki “mangal” trendi orada da giderek daha da büyüyen bir hane halkı alışkanlığı haline geliyor.
New York Times’taki yazıda da küçük burger’in nimetlerini öven bir bölüm vardı.
Küçük burger’in etin suyunu daha iyi koruduğu söyleniyordu...
*
Ben de büyük köfte yerine hep küçük köfteyi tercih ediyorum.
Nihayet sırrını çözdüm.
Demek ki böyle bir izahı varmış...
Yorum Yazın