İki yılını Gaziantep'te "Benim Adım Melek" dizisi için geçiren Sevgili Nehir Erdoğan, orada gene de bol bol kitap okuyacak vakit bulmuş ve bir yazar keşfetmiş.. Onun bir hikâye kitabını da bana tavsiye etti. "Babam Beni Şahdamarımdan Öptü.." Bir de öykü tavsiye etmiş, içinden.. İşte bu..
Çiçekli Bulut..
Bu pazar günü birlikte okuyalım mı?.
*
İlkbaharda göç eden bir kuşu yakalayıp kafese kapatırsan, kafesi ne tarafa çevirirsen çevir; kuşun kafası göç ettiği yöne döner.
Kafese de kapatılsan, cehenneme de çevirseler yaşadığın yeri, içine bir kez ilkbahar indi mi, istikametin bellidir: Adımların seni hep o çiçekli yollara, o güneşli kıyılara götürmek ister.
Küçük bir saksıdaki çiçekte bile orman görürsün.
Bedenin başka yerlerde dolaşsa da kafan adalar arasında gidip gelir hep: Çilesi bir ömür sürecek gibi de olsa, "İlkbahar gibi bir mevsimi olan bu dünya, yaşanmaya değer...
Ne olursa olsun..." diyen Sabahattin Ali, aklına düşer.
Kulak arkana bir dal beyaz fransola çiçeği ne de yakışır.
İçine bir kez ilkbahar indi mi, kafesler umurunda olmaz artık: Büyükşehirler umurunda olmaz. Büyük büyük laflar umurunda olmaz.
Referandumlar, memorandumlar, erken boşalan seçimler falan hiç umurunda olmaz.
"İlk yerli uçan araba"ların, dokuzuncu köprülerin, otuz üçüncü havalimanı vaatlerinin zerre önemi yoktur: İçine bir kez ilkbahar indi mi, yapılacak tek şey, balkonundan gökyüzüne bakmak ve senin için "Yerini sevdi" diyecekleri bakir kıyıları aramaya koyulmaktır. Hiç değilse bunu kafaya koymaktır.
İstilacıların iktidarından kurtulup ilkbaharla öpüşebilen kişi, koyulacağı yolların fikrinden yakasını kurtaramaz: Yelken olur o; tilkişen olur, kuzugöbeği mantarı olur; olur da olur:
Eee olsun.
İlkbaharı içine çekmeyi bilenin, frezyalar gibi koksun her nefesi.
"Kırdım diyorsun zincirlerini; evet köpek de çeker koparır zincirlerini, kaçar o da uzaklara ama halkalarını boynunda taşıyarak." Montaigne'in Denemeler isimli o tek kitabında, Perseus'tan alıntılanan bir cümle bu.
İçine bir kez ilkbahar indi mi, boynunda kalmış zincirin halkaları da umurunda olmaz... Tek derdin, kafesten bir şekilde kurtulmaktır çünkü.
Üzerine, duvar üstüne duvar örseler de, yüzün güneşe dönmeyi bilir kafesteki kuşlar gibi.
İstedikleri kadar engel olsunlar; burnunun ucuna indiyse yasemin kokulu geceler; seni güzel bahçelerin fikrine uçurmayı her şartta bilir kanatların: Cihanda sulh olursun... Aklına gelmez kelepçeler, küçüklü büyüklü kıyamet zincirleri...
İçine üşüşür hanımeli kokuları... Saçlarında manolyalar açar...
Aşk, kalbin ilkbaharıdır.
İnsan sadece insana âşık olmaz.
Ege'ye de âşık olur misal.
Zeytin ağacına da âşık olur.
Badem çiçeğine de olur...
Bir arının becerdiği işe de.
Olur da olur...
Sadece insan mı âşık olur?
Sahilin bahtsız köpeği Fidus, sahilin çapkın kedisi Yelloz'un üstüne çıkıyor bugünlerde:
Köpek kediye, insan ağaca, keçilerse kekiklere âşık.
On üç yaşındaki ufaklıklar bile, mart-nisan gelince, Ege'de geceleyin kalamar avlıyorlar ahşap iskelelerde: Ellerinde fenerler, kovalar...
Çocuklar kalamara, kalamarlar dolunay sandıkları fenere âşık.
İlkbahar gelince, geceleyin kovada dolunay, gündüzleyinse kovada bulut var: Kafalar, küçük bir kovaya gökyüzünü sığdırmaya müsait...
"Kovada gökyüzü" mü? İmkân dahilinde...
*
Sait Faik, bir hikâye kitabının adını "Kovada Bulut" koymak istemiş.
O günkü Varlık Yayınları editörüyse "Sen en iyisi bu kitabın adını Havada Bulut koy" demiş.
"Sevilmemişlerin, çok üzülmüşlerin, sarhoşların, bir zamanlar güzelken çirkinleyivermişlerin, hasılı içi rahatsızların" hikâyesini yazarken, kovasına doldurduğu bulutu ve güneşi evine götürmek isteyecek kadar büyük bir aşkı içinde muhafaza edebilen adamın kitabının adı, bir başkasının hesapları nedeniyle "Havada Bulut" oluvermiş...
"Havada Bulut" kıştır oysa; "Kovada Bulut"sa içimizden taşmış ilkbahardır. Çünkü içine bir kez ilkbahar indi mi, o kocaman gökyüzü kovaya sığmayı pekâlâ bilir...
Bodrum'da, Zeki Müren'in evine komşu, küçük bir restoran var:
Orfoz.
Bu mekânın sahipleri Çağrı Bozçağa ve Çağlar Bozçağa kardeşleri seviyorum.
Yaptıkları incelikli işten ya da yıllardır süren arkadaşlığımızdan dolayı değil sadece; aynı zamanda, Sait Faik'inki gibi bir isim meselesi yüzünden...
Floransa'da, Uffizi'deki tabloları ve heykelleri nasıl ki hayranlıkla ve günlerce seyre dalmışsam... Bu "isim meselesi" sayılabilecek hikâyeyi de aynı şevkle dinledim. İyi ki dedim, böyle ince insanlar, böyle güzel yerlerde yaşıyorlar.
Bozçağaların Öztürk Karabey isimli yelkenci bir "aile dostu", sevdiği insanlara Kızılderili isimleri takmayı çok seviyormuş. Yalnızca sevdiklerine değil, kendine de bir Kızılderili ismi takmış:
"Konuşan Katır." Kızılderililer nasıl ki doğadaki hallerden yola çıkarak insan isimleri buluyorsa, bu denizsever aile dostu da, Bozçağa ailesi için öyle isimler uyduruyormuş...
Misal: Sağı solu belli olmuyor, ne zaman nerede olacağı kestirilemiyor diye Çağlar'ın adını "Uçan Ok" koymuş. Çağrı'yaysa "Rüzgârlı Yumruk" demiş. Çağrı ve Çağlar'ın babasına da iri cüssesinden dolayı "Oturan Boğa" adını takmış. Anneye ise "Çiçekli Bulut" adı yakıştırılmış...
Ben bu "Çiçekli Bulut" ismini duyunca kafamda hemen çiçekler açtı ve dayanamadım;
"Niçin Çiçekli Bulut?" diye sordum.
Hanımefendi, hem bulut gibiymiş hem de çiçek:
Gerek mekânları, gerekse evleri, masaları ya da bahçeleri olsun; ayak bastığı her yeri -Botticelli'nin Venüs'ün Doğuşu tablosundaki Venüs gibi- çiçeklerle donatmayı pek severmiş...
Bulut gibiymiş hem; yani pek bir "kafasına göre"ymiş. Tek derdi varmış çünkü: Hürriyet.
"Çiçekli Bulut", işte bu demek:
Hürriyete açılan ilkbahar.
Çağrı ve Çağlar, bir gün, aynı aile restoranından emekli baba Oturan Boğa ve anne Çiçekli Bulut için bir emeklilik ve doğum günü hediyesi tasarlamış... Baba Oturan Boğa'nın doğum gününde, Bodrum'daki o küçük mekânlarında bu sebeple özel bir gece düzenlenmiş. Güzel güzel içilmiş şaraplar, restoranın müdavimleriyle aheste aheste kutlanmış gece...
Gecenin sonunda da "Haydi sahile inelim" denilmiş. Bir de bakmışlar; karşılarında Bodrum işi, sekiz buçuk metrelik bir tirhandil demirli...
Üstelik yelkenli! Teknenin bordasındaysa isim olarak şu yazıyor: "Çiçekli Bulut." Çağrı ve Çağlar'ın, baba Oturan Boğa'ya ve anne Çiçekli Bulut'a emeklilik ve doğum günü hediyesi olarak düşünüp hazırladıkları şey, annelerinin takma adını taşıyan "Çiçekli Bulut" isimli bu balıkçı teknesi imiş meğer...
Tekneler erkek değil dişidir ve her teknenin bir de adı bulunur: İşi bilenler, denizcilik geleneklerine uyarak teknelerine dişi isimler verirler... Latince'de tekne, "navis" demektir ve hem Latince gibi eski dillerde hem de diğer birçok dilde "tekne", üçüncü tekil şahsın dişi halidir: Yani İngilizce'deki gibi düşünürsek; tekne isimleri "He" değil de "She"dir.
Denizciler arasında "tekne adlarının dişi olması fenomeni"nin sırrıysa, dilsel bir durumdan ziyade daha çok romantik bir gerekçeyle açıklanır: Tarihsel süreçte tekne sahiplerinin çok büyük bir bölümü erkeklerdir. Teknelere isim koyanlar da yaygın şekilde erkekler olduğundan, tekne sahibi erkekler, hayatlarında iz bırakan kadınların, annelerinin, eşlerinin, sevgililerinin ya da kızlarının isimlerini, gözbebekleri olan teknelerine de isim olarak uygun görmüşlerdir:
Engin denizlere açılan denizciler, suyun ortasında seyir halindeyken, teknelerinin kendilerini tıpkı bir ana rahmi gibi koruduklarına, karaya sağ salim dönebilmeleri yolunda da dişi bir ruhun kendilerine şefkatle eşlik ettiğine inanmışlardır...
Bu sebeple, tanrıça isimleri, kraliçe isimleri ya da mensubu olunan ulusun kahramanı olan kadınların isimleri gibi dişi isimler de tekne ismi olarak oldukça yaygındır:
Queen Elizabeth, Miss Austria... gibi.
"Çiçekli Bulut"un Bodrum Limanı'na tekne adı kayıt işlemleri esnasındaysa "Böyle tekne adı mı olur?" denilmiş resmi görevlilerce... Ama bu defa, Çağrı ve Çağlar'ın içindeki Sait Faik galip gelmiş: Çünkü Çiçekli Bulut demek, hürriyete açılan ilkbahar demek... Havadaki buluttan ziyade, kovadaki bulutu görebilmek demek.
Hür denizlere açılmak için tasarlanmış Halikarnaslı bir tekne için ne güzel, ne zarif, nasıl da güzel bir dişi ismi...
Halikarnas Balıkçısı, çok sevdiğim Anadolu Efsaneleri kitabında bir güzel anlatır: Mitolojide çok yakışıklı genç bir erkek vardır: Attis, yani Adonis, yani Tammuz, yani Temmuz. İşte bu Adonis, Nana'dan doğmadır ve Anadolu'nun ana tanrıçası Kibele'nin de sevgilisi olmuştur.
Adonis'i, yani "yaz"ı müjdeleyen yakışıklıyı doğuran Nana, kimden mi hamile kalmış? Kimden olacak?
Badem ağacı çiçeklerinden...
İlkbahar bu:
Çağla bademin çekirdeğinden, bademin çiçeklerinden bile hamile kalmaya müsait kılar havayı...
Bu bahardan biliriz ki, dünya güzeli bir yaz çıkar...
İtirazı olan gitsin, havada bulut olsun.
Benim işim ilkbaharda günbatımı kovalamaktır:
Kovadaki bulutu, buluttaki çiçeği aramaktır.
"Güneşi nerede batırsam?" diye bir derdim başlar bahar gelip de belimi kavrayınca: Vallahi de başka dert istemem... Siz ey dertliler; dertleriniz arasında böyle bir derdim var diye bana kızmayınız...
Ben Adolf Hitler miyim ki ilkbaharda kafama sıkayım? Sıkmam.
İnsan, kendi kafasına illaki sıkacaksa, ilkbahardan başka mevsim seçmeli kendine... Adolf de değiliz, Hitler de olmayacağız.
Çiçekli bulut olmalı baharda:
Çünkü aşk, kalbin ilkbaharıdır.
Bu dünyayı tüm çilesine ve derdine rağmen sevebilenler için bulutlar kadar kafalar da çiçekli, kovalarsa mütemadiyen bulutludur.
Tek derdimiz vardır; onun adı da "Hürriyet"tir.
***
PAZAR NEŞESİ
Pazar Neşemiz gene Eyüp Karadayı'nın dosyasından..
Gecenin geç saatinde, veterinerin telefonu çaldı. Arayan yaşlı bir hanımdı.
Kadıncağızın derdi de büyüktü doğrusu:
"- Doktor bey! Benim köpeğim komşunun köpeğine takıldı kaldı, ne yapmamı tavsiye edersiniz!?.."
Veteriner: "İkisinin de poposuna birer tokat atın, ayrılırlar" dedi. Telefon 10 dakika sonra tekrar çaldı.
"- Doktor bey, dediğinizi yaptım ama ayrılmadılar!?.."
"O zaman bir kova suyu aniden üzerlerine boşaltın!.." On dakika sonra telefon üçüncü kez çaldı.
"- Yine olmadı doktor, inmedi üzerinden kâfir?.."
"- O zaman gidin erkek köpeğe 'Telefon çalıyor' deyin!.." Yaşlı kadın şaşkınlık içinde sordu:
"Şaka etmiyorsunuz ya. Sahi bu işe yarar mı?.. Ayrılırlar mı?.."
"- Nasıl yaramaz hanımefendi!.." diye hırsla gürledi veteriner, sonunda, "Nasıl yaramaz?.
Ben bu gece üç kez nerden ayrıldım sanıyorsunuz?."
***
LATİN SÖZLERİ
"Liberae enim sunt cogitationes nostrae!."
"Düşüncelerimiz özgürdür! Cicero
Yorum Yazın