Hem de "Edebiyat" gibi bir dalda Nobel Ödülü alarak ulusal gururumuz olan Orhan Pamuk hakkındaki karmaşık duygularımı okurlar bilirler..
Kendisi ile tanışmadım. Oturup iki kelime konuşmuşluğum da yok.. Ama kütüphanemde hemen bütün kitapları var. Var ama onları da okumuşluğum yok.
Hele Nobel'i aldıktan sonra, nerdeyse bütün Türkiye'ye ezberlettiği "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti" cümlesiyle başlayan Yeni Hayat'ı belki 20'nci defa elime alıp okumaya teşebbüs ettim, ama gene 20 sayfadan öte gidemedim. Moralim de bozuldu.
Açtım telefonu kuzen Ahmet Taner Kışlalı'ya.. Benim kadar, hatta fazlasıyla okumaya meraklı ve okumuş, Kültür Bakanlığı yapmış kişi..
"Yahu okuyamıyorum, nedir" dedim.. "Endişelenme, ben de kaç defa başladım, kapadım bıraktım" dedi..
Sonra çevremde çaktırmadan soruşturdum. Yeni Hayat, ülkemde best seller olmuş, baskı rekorları kırmış bir roman.. Hemen herkes almış, ama okuyanı az..
Yani kitabı "almak" ile "okumak" çok farklı şeyler..
Yeni kitabı Veba Geceleri, Pamuk'un adını gene tartışma ortamına attı.
Üstat "Bu kitabı yazmayı 20 senedir düşünüyordum, son beş senede yazdım" demiş..
Tam da Kovid salgını ortasında, 20 yıl önceden planlanmış, ama son beş yılda yazılmış kitap tartışılmaz mı?. Onunla beraber, yazarı da tartışıldı.
"Türkçe bilmiyor" diyenler oldu..
Örnekler verip.. Böyle diyenlerle dalga geçenler oldu.. "Türkçe bilmeyen adama Nobel Edebiyat Ödülü verirler mi" dediler..
Güldüm okuyunca..
Nobel jürisi, Pamuk'un hiçbir eserini aslından okumadı ki?.
Hangisi Türkçe bilir?. Çevirileri okudular..
Veba Geceleri için "Türkiye'de salgın yokken niye 20 sene salgın romanı düşünmüş" dedi bazıları..
Bunlar, "Salgın" deyince sadece Kovid'i bilen cahiller..
Yahu ben 1939 yılında doğdum, Kilis'te.. Doğduğumdan beri de salgın eksik olmadı çevremde..
Çocukken trahom salgını vardı. Bir yığın kör dolaşırdı sokaklarda..
İlkokulda ilk, trahomdan kaçınmayı öğrettiler bize..
Daha DDT olmadığından haşeratla yayılan hastalıklar anında salgına dönüşüyordu. Tifo..
Tifüs.. Kolera.. Okul açılır açılmaz aşısını olurduk.
O zaman filmlerde âşıklardan biri kanserden değil, veremden ölürdü..
Onun da aşısını yaptılar, ortaokulda, verem ve sanatoryumlar günlük hayatımızdan çıktı.
Çaldıran, Van'da "uyuz salgını" dönemine rastladık..
Hastaları sırtlarına sirke, zeytinyağı sürüp meydanlarda güneşe oturturlardı akşama dek.
Tedavisi oydu..
Sıtma.. Hem de nasıl salgındı..
Çünkü her tarafta bataklık, su birikintisi vardı, mikrobu taşıyan sivrisineklerin çoğaldığı.. Hemen her evin ecza dolabında mutlak kinin ilacı hazır beklerdi.
Yani 20 sene az, bu ülkede salgını düşünmek için.. 100 senedir durmadan ama durmadan bin salgın yaşadık..
Orhan Pamuk, Veba Geceleri'nin ilk baskısı için 400 bin rakamını düşünmüş..
Nobelli yazar, ne zamandır yazmıyordu..
Dönüşü merak edilecek tabii.. Karantina var, ne zaman biteceği olmayan. Yani evde de zaman çok.. Millet ekran kustu bir yıldır..
Yani okumak iyi bir değişiklik..
Hem de salgın zamanında geçen Nobelli yazar romanı niye 400 bin basmasın?. Hatta ikinci, üçüncü baskılara da geçer..
Geçer de, okunur mu?.
İşte mesele bu?.
"Almak ya da almamak" başka..
"Okumak ya da okumamak" çok daha başka..
Ben mesela Veba Geceleri'ni alıp, bir Pamuk kitabı okumayı bir daha deneyeceğim..
Fazla ahkâm kestik.. Bir tebessümle kapayalım konuyu bugünlük..
Jimmy Fallon'dan nakil..
Karantina döneminde Amerika'da da bir anket yapmışlar, "Bu bir yılda kaç kitap okudunuz" diye..
Yüzde 1 "Bir kitap" demiş.
Yüzde 1 "İki kitap!." Yüzde 70 de soruya soru ile cevap vermiş..
"Fransız yapımı Lupin'i (Arsen Lüpen) televizyonda alt yazıyla takip ettim. Kitap okumak sayılır mı?."
***
BEDRİ İLE SAVAŞ!..
Bedri Baykam en sevdiğim insanlardan.. Savaş Özbey de, "O mu, Bu mu" başlıklı söyleşileriyle Ayşe Arman'dan bu yana söyleşi susuzluğumu gideren, henüz tanışamadığım başarılı yazar..
Pazartesi Kelebek'te bu ikisini baş başa görünce nasıl mutlu oldum, bilemezsiniz..
Önce uzandığım divanda, gazeteyi göğsüme yaslayıp anılara daldım.. Gözlerimin önüne Bedri'nin annesinin kurduğu sofralar geldi.. Babası Suphi Baykam, gazeteciliğimin ilk 25 yılını yaşadığım Ankara'dan tanıdığım ve sevdiğim, başarılı politikacıydı. Bedri'yi "Harika Çocuk" diye duyuran da oydu.
Yıllar sonra Bedri beni, Yıldız Parkı'nın ardındaki teras dairesindeki evlerine yemeğe davet edince koştum.
Orada, yüksek mimar mühendis anne, Mutahhar Hanım'la tanıştım. Muhteşem bir insandı.. Çok ama çok özel Anadolu yemekleri yapıyordu..
Parmaklarımızı yerdik.. Nasıl mutlu bir aileydiler..
Gıpta ederdim.. Bir gün "Ne mutlu size Mutahhar Hanım" dedim.. "Böyle sanatçı bir oğlunuz var"..
"Öyle mi sanıyorsunuz" dedi.. "Gelin benimle.." Elimden tuttu. O geniş yemek odasından çıktık, evin asıl salonuna girdik.. Yani en kıymetli yerine..
Gördüğüm bir cehennemdi.. Yere nerdeyse yarım tenis sahası büyüklüğündeki yere, boydan boya muşamba serilmiş.. Üzerinde nasıl sanki fıçılarla dökülmüş boyalar..
Bedri o evin en güzel, en geniş salonunu atölye yapmış.. Tuvalindeki boyanın on misli yerlerde.
Basacak yer yok..
"Şu halime bakın, Hıncal Bey" dedi..
O muhteşem hanımefendinin çektiklerine değsin diye uzun yıllar Bedri'nin en büyük destekçisi oldum. O da benim Erkekçe'min destekçisi oldu. Ne kapaklar çekti bize.. Çok iyi de fotoğrafçıydı çünkü..
Teşekkürler Savaş.. Beni ne günlere götürdün..
***
İŞTE 'YÜREKLİ' BİR SPOR YAZARI...
Hollanda maçı ardından beyindekilerini değil, her zaman olduğu gibi, şu veya bu sebeple yazmaları gerekeni yazan Skor Yazarları'na karşı, tek başıma "Spor Yazarlığı" yaptığımı yazmışım. Bir, tek bir kişiye haksızlık etmişim.
"Bu ülkenin en iyi gazetesi" diye sık sık adını yazdığım Daily Sabah'ta Arda Alan Işık adlı ilk defa duyduğum "Örnek Spor" yazarının "Türkiye-Hollanda'yı geçti ama daha fazlasına ihtiyaç var" başlıklı yazısını biraz geç, ama hayranlıkla okudum..
Skor Yazarları da görsün, okusun ve biraz yüreklensinler diye, o yazının son bölümünün Türkçesini sunuyorum..
*
Antrenör Güneş son 25 dakikada frene basıp hücum oyuncularını savunma oyuncularıyla değiştirirken Hollanda maçın kontrolünü ele aldı. Türkiye, rakibinin oyununu bozmak yerine, kapandı ve klasik kontratak stratejisine geçti. Bu da Hollanda'ya Türkiye yarı sahasına yerleşme ve hücumlarını kolayca geliştirme fırsatı verdi.
75. ve 77. dakikalarda hızlı bir şekilde üst üste iki gol attılar. Bu goller, 80. dakikada Burak'ın frikik golüne kadar Türkiye'de panik yarattı.
Şenol Güneş'in 65 dakika boyunca hâkim olduğu bir maçın kontrolünü kendi kişisel korkusuyla, neredeyse tamamen kaybetmesi büyük bir sorun.
Futbolda öne geçtiğinizde, tam kapanmanız gerektiğini söyleyen yazılı bir kural yoktur.
Takımınız 3-0 öne geçtiyse aynen devam edersiniz.
Frene basmak, rakibinize fazlasıyla nefes alma ve oyununu yeniden düzenleme fırsatı verir. Türkiye oyunun geri kalanında her zamanki stratejisini sürdürmüş olsaydı, yine de o golleri yiyebilirdi ama paniğe kapılmaz ve maçın kontrolünü kaybetmezdi.. Bu maçtan alınacak en büyük ders budur.
İkincisi, Güneş hâlâ daha kontrollü bir oyun oynamak istiyorsa, o zaman topa sahip olma oyununa geçmelidir.. Maçı önde götüren hiç kimse topu rakibine bırakıp, onun bir hata yapmasını beklemiyor. Oyunu yavaşlatmak ve daha defansif oynamak istiyorsanız, kazandığınız topa mümkün olduğu kadar fazla sahip olmalısınız..
Topa sahip olma oyununa yapılan yatırım, Türkiye Letonya, Karadağ ve Cebelitarık gibi rakiplerle karşılaştığında değerini gösterecektir.
Norveç için Hollanda'ya karşı oynanan benzer bir oyun yeterli olacaktır. Elbette, Haaland ve Sörloth büyük bir tehdit oluşturuyor, ancak Türkiye'nin stoperleri onları bire bir tutabilir.
Mesele, Norveç'e gol fırsatları yaratması için yeterli zaman ve alan ayırmamak olacaktır. Milli Takım, Hollanda maçındaki gibi aniden geri çekilme hatasını yapmazsa, gurup elemelerine eylüle dek verilecek arayı çok iyi bir yerde bitirecektir.
***
HAYDİ YILMAZ!..
Federasyonun sadece bakması, güya Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği'nin daha da beter, bakma gereği dahi görmemesi yüzünden, bir "Antrenör Kıyma Makinesi"ne dönen Türk futbolunda yeni rekoru imza attıktan 5 (Beş) gün sonra istifa eden İsmail Kartal kırdı. Ülkemizde spor muhabirliği fevkalade üst düzeyde olduğundan ve spor müdürleri hiçbir şeyi merak etmediklerinden Erzurum'da olanları bilmiyoruz.
Bildiğimiz Yılmaz Vural gelmiş yerine..
Çok iyi dostum Yılmaz'ın bu hayatında yönettiği 30'uncu takım.. Ben onu, ikinci takımı Antalyaspor'a ikinci gelişinde (2005) tanımıştım. Galatasaray'da Alp Yalman'ın yakın dostlarındandı genç Antalyalı otelci, Fatih Altaylı'nın Sultani'den sınıf arkadaşı Özer Saraçoğlu.. Kentin en lüks ve ünlü oteli Sera'nın genç patronu.. Ona gitmiştik.
Antalyaspor da, Antalya delisi Belediye Başkanı Menderes Türel'in yeni yaptırdığı tesislerde sezon açarmış. Gittik ki, harika bir kulüp binası.. Daha doğrusu sarayı..
Yılmaz Vural da Hoca..
Yılmaz bu ülkenin en iyi hocalarından biri.. Birincisi de olabilirdi. Ama sebatsız..
Kolayı seçti hep. Sezon sonunu bekledi, düşme adayı takımların en bol para ile hoca aradıkları devirde iş buldu. Kurtardı ama bıraktı.. Durmadan bıraktı. Biraz sebatkâr olsaydı, mesela arkasında Menderes gibi bir Belediye Başkanı olan Antalya'da sebat etseydi, bugün, her yıl ortalama 1000- 1500 dünya takımının mevsim öncesi ve ortası hazırlık kampı yaptığı yörenin kendi takımı Antalyaspor, Trabzon ve Bursa gibi, Anadolu Şampiyonu olmuştu bile..
Yılmaz, Erzurum'u da kurtarabilir ve gider.. 2021- 22 sezon sonunu beklemek için..
***
TEBESSÜM
Yeni yaşam koçumun hazırladığı liste ile bir haftadır yediklerimi, doktor arkadaşıma mailledim. Kapıma bir ambulans geldi.
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Bir şeyi yapmak isterseniz mutlaka bir yolunu bulursunuz. İstemezseniz, bin bahane bulursunuz. Jim Rohn (Amerikalı yazar, filozof
Yorum Yazın