Ah Yavuz ah.. Gene ağlattın beni.. O ne muhteşem yazıdır, "Orda bir köy var, uzakta.."
Gülgöze Köyü'nü anlatmış, Midyat'ın, dün.. Köy ama ne köy!.
Midyat taşı ile inşa edilmiş devasa konaklar..
"Milyon dolarlık" denen villalar..
Ama hepsi boş.. Oturan yok.. Yavuz merak edince köylüler demişler ki..
"Burayı yaz aylarında göreceksiniz... Bütün konaklar dolar taşar. Hemşerilerimiz gelirler... Yurt dışından... Birkaç ay tatil yaparlar... Memleket havası alırlar... Gördüğünüz evler onların.."
Gülgöze köylülerinin çoğu Amerika, Fransa, Almanya, Danimarka'da yaşıyor ve hemen hepsi zengin..
İlk çocukluğuma gittim.. O zaman biri Amerika'ya gitti mi, orda bir şeyler yaptı mı, gazeteler günlerce onu anlatırdı..
Muzaffer Tema adlı yakışıklı Yeşilçam aktörü, şansını Hollywood'da denemek istemiş ve o zamanlar Acı Tebessüm ve Merhaba Hüzün ile dünyayı sarsan Fransız yazar Françoise Sagan'ın ikisi de filme çekilen bu romanlarından birinde birkaç dakikalık bir rol kapmayı başarmıştı. O birkaç dakikada, filmin baş kadın oyuncusu Jane Fonda ile dans edince, bizde nasıl yer yerinden oynamıştı. Sırf o sahne için filme ilk koşanlardandım..
Amerika'ya gidip bir benzinci dükkânı açan, bizde meşhur oluyordu..
Öylesi.. İşte tam da bu dönemde Cevat Fehmi Başkut, her komedisi ünlü olan büyük usta, "Harput'ta Bir Amerikalı"yı yazdı. Harput asıllı zengin Amerikalı memleketine dönüyor, akrabalarını aramak için..
O zamanlar yapılan bir araştırma, Amerika'ya gidip yerleşen Türklerin büyük bir bölümünün Harputlu olduğunu ortaya çıkarmıştı, bir de..
Nasıl tuttu o oyun!. Nasıl tuttu.. Kaç mevsim kapalı gişe oynadı. Kuzen Necip'le her tiyatroya, her oyuna gidiyoruz ya, o ortaokulda, ben lisede..
Devlet Tiyatrosu, tüm salonlarındaki haftalık biletleri çarşamba sabahları satışa çıkarıyor.
Sabahın beşinde kalkıp gidiyoruz. Geceyi nerdeyse orda geçirenlerin arkasında sıraya giriyoruz.. Gişeye geliyoruz. Harput'ta Bir Amerikalı tükenmiş. Kaç çarşamba gittik de, nihayet bulduk..
Şimdi Harput'un yerini Midyat almış.. Bir gün önce Midyat'ı anlatmıştı Yavuz.. Hani oraya pirince giderken, evdeki bulgurdan olursunuz ya, o kasaba..
1957'de Nuri Midyat, kasabaya Belediye Başkanı olunca, kalkınma başlamış. Ölünce eşi Zekiye Midyat başkan olmuş. Hayatını filme çekmişler.. "Hükümet Kadın.." Bu Hükümet Kadın işte Zekiye Midyat..
Günümüzün ünlü komedyen/yazarı Sermiyan Midyat'ın babaannesi.. Onun oğlu Ziver de 4 dönem Belediye Başkanı olmuş..
Bir Cevat Fehmi'miz daha yok, ama, Sermiyan'ımız var artık..
Varsın evdeki bulgurdan da olalım ama, Sermiyan götürsün bizi Midyat'a, Gülgöze'ye..
Orda bir hayat var, Yavuz anlatıyor, okurken ağladım resmen..
Türk, Kürt, Arap yan yana, iç içe yaşıyorlar.
Müslüman, Süryani, Ezidi, iç içe..
Sadece hayatta değil, mezarları da ayni mezarlıkta komşu..
Bu dünyada dost, öbür dünyada arkadaş..
İmam İzzettin ile Papaz Yusuf da dost, kardeş..
Köyde ezan ve çan sesleri birbirine karışıyor. Civar köylerden camiye, kiliseye gelenler dolu..
Ayrısı gayrısının olmadığı, insanlığın ölmediği bir köy..
Bu yaşama bir de Hatay'da şahit olmuştum..
Çan, Ezan, Hazan ayni sokakta..
Müslüman'ı, Yahudi'si, Hıristiyan'ı bir arada..
Türkiye'nin son Ermeni köyü burada..
Midyat ve Hatay, bugünün bölünmek için, siyaseti çoktan geçtik, sporu, hatta sanatı kullanan bir millet olduk.. İnsan, bırakın fikrini söylemeyi, o fikri söylediği gazeteye göre, bir tarafta linç ediliyor, öte tarafta göklere çıkarken..
Siyasiler bölünmeyi teşvik ve tahrik için her şeyi yapıyorlar..
O zaman işte Midyat/Gülgöze Köyü, o zaman işte Hatay/Vakıflar Köyü "umut ışığı" oluyor, bizler için..
Fikir özgürlüğü, herkesin aklına geleni söylemesi değil, en aykırı şeyler söyleyenlerin bir araya geldiklerinde kucaklaşmalarıdır, aslında..
Gülgöze'ye gitmedim. Ama Vakıflar Köyü'nde, hayatımın en güzel, en mutlu anlarını yaşadım..
Yavuz'un yazısı beni o günlere geri götürdüğü için değil sadece, umut kapılarımı bir daha açtığı için ağlattı işte!.
Fikirler ayrı, ama ortak paydamız bir..
Bu vatan bizim..
Hepimizin. Hepimiz vatan için!.
***
NİLHAN KIŞLALI, NEW YORK'TAN YAZIYOR
ABD'nin pazarlaması, Türkiye'nin misafirperverliği...
Hıncal amcam, New York'ta geçirdiğim süre uzarken, hem farkındalığım artıyor, hem de içinde bulunduğum ülkeyi tanırken kendi ülkemi de daha iyi anlıyorum.
ABD'yi her geçen gün daha da tanıyorum. Yıllardır Ankara'da büyümüş biri olarak gözümüzde çizilen "Amerika rüyasının" inşasını, yerinde daha iyi görüyorum. Size buna bir örnek olarak, son zamanlarda yaşadığım bir deneyimi paylaşmak istiyorum. İki hafta önce cuma akşamı, bir arkadaşımla New York'un meşhur takımı Knicks'in en iyilerden Miami Heat ile maçını izlemeye gittim. Biletlerimiz parke kenarındandı üstelik! İlk NBA maçımı bu kadar yakından izlemek bende unutulmaz bir anı bırakırken, akşamın kalanında beni uzun uzun düşündürdü.
Dünyanın en ünlü spor ve sanat salonu, Madison Square Garden'da oynanan maç, yerinden ötürü zaten göz kamaştırıcı ve çok etkileyiciydi.
Öyle bir maçtı ki, oyuncular sahaya çıkmadan gösteriler ardı sıra kesilmeden başlıyor. Bir yandan meşhur ponpon kızlar dans gösterileri yapıyor, öte yandan makinelerle taraftarlara forma bluzlar fırlatılıyor, yakalayan insanların sevinci ekranlarda gösterilirken animatörler kısa oyunlar oynayarak ilginin bir saniye olsun dağılmasına izin vermiyorlar.
Derken maç başlıyor.. Ve maç boyu müzikler, seslendirmeler bir an olsun kesilmiyor. Onlarca ekrandan maç aynı anda büyük bir şölenle gösterilirken devre araları da sessiz geçmiyor.
Maç her durduğunda sahneye şovmenler geçiyor, etrafa hediyeler atarak durmaksızın seyircinin enerjisini yüksekte tutuyorlar.
Bir basketbol maçı mı yoksa gösteri mi anlamadan geçirdiğiniz iki saatin sonunda siz de şaşırıyorsunuz.
Gösteri mi maçın parçası, maç mı gösterinin anlamıyorsunuz.
İşte bu sayede Amerika, dünyanın her yerinde oynanan basketbolu, taraftarı olmayan insanların bile coşkuyla bilet almak istedikleri bir etkinliğe dönüştürüyor.
Amerika bunu bir tek sporda değil, her şeyde yapıyor.
Oynanan maç Türkiye'dekilerden çok mu farklı? Benim kanaatimce hayır. Ama bu pazarlamayla izlediğiniz maç, katıldığınız bir etkinlikten çok unutulmaz bir deneyim olarak kalıyor hatırınızda. ABD spordan sinemaya, meydanlarından TV programlarına her alanda bunu çok iyi yapıyor işte.
Pazarlama, satış ve beraberinde artan tüketim...
Bu nedenle de dünyanın her yerinde oynanan sporun biletine istediği fiyatı biçerken satışını bir tek o sporu sevene değil, bu deneyimi yaşamak isteyen herkese yapıyor...
Amerika'da tablo buyken, maçtan kısa süre sonra ABD'nin en ünlü havayolu United ile Meksika'ya seyahat ettim. Dört saatlik uçuşta neredeyse değil, "hiç" ikram yoktu. Yol hem uzun, hem de ülkeler arasıydı üstelik...
Yemek yiyip bir şeyler içmek isteyene menü hazır tabii, ama parasıyla.
Aklıma yıllar boyu yaptığım o 45 dakikalık Ankara-İstanbul uçuşları geldi. Eskiden Türk Hava Yolları o kısacık uçuşta bir sepet verir, içine tatlısından yemeğine aklınıza gelebilecek her şeyi koyardı. Son yıllarda ise bu sepetin yerini leziz sıcak sandviçle sınırsız meşrubat ve çay-kahve ikramları aldı.
Düşünün, biri 45 dakikalık yolculuk, diğeri 4 saatlik uzun bir seyahat.
Bunu yalnızca THY ve başka şirketlerin hizmet karşılaştırması yapmak için demiyorum. Bu küçük ve eşi benzeri görülmemiş jestleri biz Türkler her alanda yapıyoruz. Restoranlardaki ikram kültürümüzden misafirperverliğimize aslında köklü kültür ve değerlerimiz, hızla globalleşen dünyada bile bizi biz yapmaya devam ediyor.
Kimliğimizden taviz vermiyor, değerlerimizi unutmuyoruz.
İşte bunu gördüğünde insan, dünyanın neresinde olursa olsun "Ne mutlu Türk'üm diyene" diyor.
Ne mutlu bize, bu ülkenin evlatlarına!
***
RONALDO!..
Bu Ronaldo'yu bedava verseler alan çıkar mı, bizden?. Haa!.. Falcao'yu alan Abdurrahim Albayrak, ona sarılmış resim çektirmek ve "Ben aldım" demek için alır belki..
Portekiz'in Ronaldo'dan farkı yok.. Guruptan çıkamayıp playoff'a kalmalarından belli zaten..
İşte o Portekiz'e yenildik dostlar..
Şaşkın bir hoca.. Yaptığı 11 ve oynamayı düşündüğü taktikle, almak istediği sonucun alakası yok..
Hücum dizilişi yapmış ama, savunma oynuyoruz ama, seçtiği 11'le onu bile oynayamıyoruz.
Hoca şaşkın.. Takım şaşkın..
Ekran başında biz şaşkınız..
Galiba en şaşkınımız da Erman Hoca.. Sabredersek daha iyi olacakmışız, öyle diyor..
Sabırla koruk helva, hocam da, hem de renkli lepiska saçlı olur belki ama, bu takım bu kafa ile bi (O üç harflik kelime) olmaz..
Ömer Üründül, benim diyeceğimi demiş zaten dün..
"Kuntz'a artık güvenmiyorum!."
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Aydınlar, sorunları çözer. Dâhiler, sorunları engeller. Albert Einstein
***
Yorum Yazın