Hani, ne anda nasıl geleceği belli değil ya!
Şu vakitte, şurada geleceğim demeden gelir!
Evet, gelişini haber ettiği zamanlar da olur ölümün, lakin en acıtanı da, ‘’zamansız’’ ve ‘’sırasız’’ diye tarifini yaptığım ölümler oluyor!
Bir de alacağını hemen alıp gitmez de alacağını en sevdiklerinin gözü önünde, günden güne erite erite, yavaş yavaş âdete sürükleyerek götürür ya...!
Biz bile, ‘’Allah kurtarsa’’ deriz de, Allah kurtardığında da kalakalırız, mecalsiz sahipsiz!
Merhum anamdan bilirim bu hali...
Bir de ölümü yakıştıramadıklarımız vardır!
80’li, 90’lı yıllarda, zorluklarla yokluklarla çokluklar oluşturduğumuz yıllarda beraber turne yaptığımız yoldaşım Ülküdaşım gardaşım Hamza Tüzel...
Düşünsenize, Erzincan Çayırlı ilçesinden gaz ve debriyaj teli kopmuş bir minibüsle bizi Adıyaman’daki oyun saatimize yetiştirmişti Hamza kardeşim! Daha sonrasında ise, bahsettiğim yılların mağduriyetiyle kıyaslanamayacak, zamanının iyi denilecek bir arabasıyla kaza yapıp can verdi!
Muhsin Başkan!
Hep irili ufaklı kazalar yapardı da karlı dağlarda bir helikopterle can vereceği, kendisinin bile aklına gelmezdi!
Merhum Esat Coşan Hoca Efendi gibi bazıları da adeta ölümlerini yola çıkmadan çevresine haber edip gitmişlerdir!
Bunca ölümlere şahit olduğumuz, bunca ölüm tehlikeleri atlatmamıza rağmen, bugün, ölüm korkusundan birbirimize sarılamaz, kendimizi gönüllü olarak evlere kapatır hale geldik!
Hülasa dostlar, 7 yaşımda kardeş, 13 yaşımda arkadaşlarımın vatan hainlerinin kurşunlarıyla parçalanmış bedenlerinin olduğu tabutları taşımış olmama rağmen, ben ölümlere alışamadım!
Bundandır ki, bazen dayanamayıp, ‘’Dur be Azrail, bir nefes al, bir lahza ara ver!’’ diyesim geliyor!
Geliyor gelmesine de hemen ilk cümlemde dediğim söze tosluyorum, ‘’ Ölümün atı zaman mı acaba?’’!
Azrail’in atı zamansa ki, zaman, zaman durursa hayat da duracak!
Bir de onca emek verip, bedel ödeyip, azıcık da olsa sefasını sürmesi gereken, lakin bırakınız sefa sürmeyi, üstüne ne denli cefalar katarak yaşayıp, Azrail’in dört kişinin omuzlarında taşıdığı çıplak tabutla götürdüğü canlar var!
Mehmet Akif Ersoy...
Yanına 9 yaşında oğlu Emin ve Sebilürreşad dergisinin klişesini alıp, Anadolu’yu adım adım dolaşıp, Millî Mücadele saflarında olup, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran I. Meclis Burdur milletvekili olarak görev yapıp, kurulan devletin İstiklal Marşı’nı yazıp, II. Meclis listelerinde kendisine yer bulamayıp, Ankara’dan İstanbul’a dönerken peşine hafiye takılmasını hazmedemeyip, emekli maaşı bile çok görülüp kesilen, başını alıp Mısır’a giden ve Azrail’e canını vatan topraklarında vermek için gelen, 27 Aralık 1936 saat 19:45’de İstanbul Beyoğlu İstiklal Caddesi Mısır Apartmanının bir dairesinde canını Azrail’e teslim edip, kurucusu olduğu devletin hiç bir görevlisinin olmadığı, sadece cenazeye kimlerin katıldığını fişlemekle görevli hafiyelerin olduğu, çıplak tabutu dört kişinin omuzlarında Beyazıt Camii’ne getirilen ve bugün Edirnekapı Mezarlığı’nda medfun Mehmet Akif Ersoy!
Azrail’in gurbette yakaladığı, , bugün Moskova’da medfun Nazım Hikmet’in en sevdiği şairin Mehmet Akif Ersoy olduğunu biliyor musunuz?
Ne alaka demeyin!
Ölüm hayat arasındaki dengeyi kaybettiğimiz için, ‘’Ne alaka ‘’ diye soruyoruz!
Merhum Akif, merhum Nazım Hikmet’in kardeşlerine Fransızca dersi verirken, Nazım’ın annesinin de Akif’in evlatlarına piyano dersi verdiğini, bu ülkede acaba kaç kişi biliyor?
Dahası Mehmet Akif Ersoy’un 27 Aralık 1936’da canını Azrail’e teslim ettiği saatlerde, Nazım’ı da hafiyeler alıp cezaevine tıkıyorlar!
İmdi!
Haydi, millete, Mehmet Akif Ersoy ve Nazım Hikmet diyelim, bir de Mehmet Akif Ersoy ve Nazım Hikmet’i vatanlarından kovanları soralım!
Bir soru da bu zamanda yaşayan biz zamanediller olarak kendimize soralım, ‘’Mehmet Akif Ersoy ve Nazım Hikmet olmak mı, yoksa onları vatanından kovanlardan biri olmak mı?” !
Mehmet Akif Ersoy’a rahmet diliyor, ‘’Akif büyük şair, inanmış adam. Fakat ben, onun inanmış olduklarının hepsine inanmıyorum.’’ diyen Nazım Hikmet’e de Allah taksiratını affetsin, diyorum.
Yorum Yazın