Hayatım boyunca gezdiğim ülkeler içinde ikisi beni çok etkilemişti.
Biri Yemen’di...
Özellikle Hadramut bölgesindeki “Şibam” kenti benim için dünyada gidip görülecek yerlerin başındaydı.
O şehrin fotoğrafını ilk defa National Geographic’te gördüğümde “Buraya mutlaka gitmeliyim” demiştim.
“Deli misin sen, öldürürler seni” demişlerdi.
Her türlü tehlikeyi göze alıp gitmiştim. Zırhlı bir arabadaydım. Önümde, arkamda ağır makineli tüfekle donatılmış iki kamyonet dolusu asker vardı.
Şibam olağanüstüydü...
Ama herhalde benden sonra oraya giden başka bir Türk olmamıştır. Yemen bugün acımasız bir içsavaş ve dış müdahalelerle enkaza döndü.
*
Yemen’den sonra hayatımın gezisi dediğim ikinci yolculuğu Etiyopya’ya yapmıştım.
Özellikle Lalibela, Assum gibi şehirler...
Dördüncü yüzyıla kadar uzanan yeraltı kiliseleri...
Müthiş etkilenmiştim...
*
Etiyopya, zulüm gören Yahudilere evini açan ülkeydi... Zulüm gören Hıristiyanlara, zulüm gören Müslümanlara da evini açan insanların ülkesiydi.
Şimdi o ülke de acımasız bir içsavaşın içinde kaybolup gidiyor...
Yazık... Sadece turizmle yaşayabilecek kapasiteye sahip olağanüstü topraklar bunlar...
BU UTANMAZ ADAMLARIN YAPTIĞI, HEPİMİZE HAKARET
O çubuklu formayı adam kendi mi giydi, yoksa giydirildi mi...
Hem ay yıldızlı hem de çubuklu formamız...
Hem de biz Fenerbahçeliler için Lefter’in, Can’ın giydiği formamız...
Biz Fenerbahçelilerin devletle bir meselesi yoktur.
Ama devletin içine yuvalanmış çetelerle hep meselesi vardır.
Başkanımızın bir 3 Temmuz sabahı evinden alınıp götürülmesi ile başlayan kara kumpas, bizim “3 Temmuz”umuzdur...
O nedenle ay yıldızlı, çubuklu formayı bu pespaye adamın üzerinde görünce büyük tepki duyduk.
3 Temmuz’u hatırladık.
*
Nedense aklıma, Hrant Dink’i katleden adamın utanmadan eline Türk bayrağını alıp sırıtarak poz vermesi geldi.
O sahneye izin verilmesinin bizde yarattığı utanç duygusunu hâlâ unutmadık.
Ne zannediyor bu katiller, bu üçkâğıtçılar...
Türk bayrağını gösterince o cinayeti mazur göreceğimizi mi...
Çubuklu formayı giyince “Yahu bu çocuk bizden” deyip bağışlayacağımızı mı...
Hepimize asıl hakaret bu işte...
HEPİMİZİN HAYATINA UNUTULMAZ HATIRALAR YAZAN İKİ GÜZEL KADIN
ŞU güzel fotoğrafı geçen gün Instagram’da paylaştılar...
Ben de düşündüm...
Hangimizin hayatının bir anında bize dokunmamış bir Sezen, bir Ajda şarkısı yoktur...
Hangimiz, hayatımızda bir, üç, beş kere, hüzünlü “Sen Ağlama”yı, “Seni Kimler Aldı”yı söylememiş, “Kaybolan Yıllar”ını aramamıştır...
Hangimiz yalnız bir gecede hayat muhasebemizi yaparken “Kimler Geldi, Kimler Geçti” şarkısının nakaratını söylememiştir...
Hangimiz meçhul gecelerde eski bir dosta, bir sevgiliye “Unuttun mu Beni” mesajı atmamış, Spotify’dan o şarkıyı göndermemiştir...
Hangimiz Arabesk damarımız kabardığında, üç kadehten sonra avaz avaz “Ben Tanrı misafiriyim, yersiz bir garibim” diye haykırmamıştır...
Hepimiz olmasak bile, biz diyelim...
Hangimizin yani...
Sezensiz, Ajdasız bir hayatımız olmuştur...
Cemal Süreyalı, Atilla İlhanlı, Turgut Uyar, İsmet Özel, Edip Cansever, Ece Ayhanlı geceler kadar geceleri, o ikisine de borçluyuz...
İyi ki varlar...
İTALYA 1960 FİLMİNİ İKİNCİ DEFA SEYREDERKEN AKLIMDA KALANLAR
STREAMING platformlarda “1960” isimli bir film var. Bir belgesel ama konulu film tadında yapılmış.
Tamamen siyah beyaz gerçek görüntülerden oluşuyor.
Filmin Sicilya doğumlu yönetmeni, İtalya’nın 1960’lı yıllarını anlatıyor.
Seyrederken şunları fark ettim:
İtalya o yıllarda neredeyse Türkiye ile aynı az gelişmişlik düzeyinden yola çıkmış.
İtalya Rock’n Roll’u, Adriano Celentano’nun Elvis Presley taklidi şarkılarıyla keşfederken biz de Erol Büyükburç’la aynı şeyi yapıyormuşuz.
İtalya, Mina’nın “Il cielo in una stanza” şarkısı ile romantizmini yaşarken ben de İzmir’de Mogambo kulübünün duvarından içeriyi seyrederek aynı şarkı ile kendi romantizmimi yaşıyormuşum.
İtalya o yıllarda Vespa motosikleti keşfederken; ben de İzmir’de o motosiklet üzerinde, arkama Brigitte Bardot’yu, Monica Vitti’yi almayı hayal ediyormuşum.
İzmir Tayyare Sineması’nda Antonioni’nin “L’Avventura” filmini seyretmeye başlarken salonda bulunan 35 kişinin, filmin sonunda ben dahil 4 kişiye düştüğünü görüp üzülürken; meğer benim gibi İtalyanlar da kendi sinema salonlarında aynı filmi yarıda terk eden insanları seyrediyormuş.
Ben İzmir’de Sophia Loren’in o şahane “Mambo İtaliano” ile dans eden kalçalarına takılırken, benim yaşımdaki İtalyan delikanlıları da aynı şeyi yapıyormuş.
*
1960’lı yıllar, bizim kuşaklar için, işte böyle yaratıcı bir yoksulluk içinde ve siyah beyaz film gibi geçip gitmiş.
Yorum Yazın