Değerli okuyucu:
Ülkemizin genel durum itibariyle geçmişine, haline ve muhtemel geleceğine bir göz atmak istedim.
Ecdadımız önceleri Orta Asya' da yaşarken 751 yılında Türk ve Müslüman Arapların Çin Hanedanlığı' na karşı müttefik olarak savaştıkları Talas Harbi münasebetiyle İslâm' la tanışmış ve kabul etmiştir. Bu tarihten sonra giderek artan bir yoğunlukta İslâm' ın bayraktarlığını yapmış, en nihayet Osmanlı Devleti olarak İslâm'ı üç kıtaya yaymış yaklaşık 5 milyon 200 bin Km2 lik bir yüz ölçüme sahip, hilafet ve himaye alanları da dikkate alındığında 22-24 milyon Km2 lik bir devlet olarak hüküm sürmüştür.
Osmanlı Devleti; Anadolu Selçuklu beyliklerinin en küçüklerinden biri olan Osmanlı Beyliği' nden başlayarak zamanla büyümüş ve üç kıtada 24 milyon Km2 yüzölçümünde kıtalararası büyük bir devlet olmuştur. Burada imparatorluk tabirini asla kullanmamak gerekiyor. Çünkü Osmanlı Devleti' nin kendisi için kullandığı tabir "Devlet' i Âliyi Osmanî ' dir. Yani : " Büyük, yüksek Osmanlı Devleti" anlamına gelmektedir. Osmanlı İmparatorluğu tabiri Batı' nın Osmanlı' ya yakıştırdığı bir tabirdir. İmparatorluk tabiri Latincesi "Emperyalizm" olan Sömürgecilik tabirinden gelir. Oysa ne Osmanlı ve ne de diğer Türk Devletleri' nin sömürgecilikle hiçbir alakası olmamıştır. Sömürgecilik yani emperyalizm, Batı' nın genel karakteri olduğu için Osmanlı' nın da kendileri gibi olduğunu düşünerek İmparatorluk tabirini yakıştırmışlardır.
Osmanlı Devlet' inin büyümesini cengaverliğe, savaş tekniklerini iyi bilip uyguladığına dair yaygın bir kanaat de vardır. Bu kanaat yine Batı' nın bakış açısından kaynaklanıp, bizce de çoğunlukla hüsnü kabulle kabul edilen yanlış bir kanaattir.
Osmanlı' nın savaş tekniklerini iyi bilip uyguladığı da yanlış değildir, ancak Osmanlı' nın asıl büyüme sebebi: Müslüman tebaanın hiçbir kavmiyet farkı gözetilmeksizin "Ümmet" anlayışıyla, g. müslim tebaanın ise "Adalet" anlayışıyla idare edilmesidir.
Osmanlı İdaresi' nin zamanla İslâm ahkâmından uzaklaşması, bu uzaklaşmaya paralel olarak duraklama, gerileme ve nihayet yıkılış dönemlerini beraberinde getirmiştir.
Osmanlı' nın son zamanlarında sade ve samimi Müslümanlık; özellikle okumuşlar arasında yerini önemli ölçüde din istismarcılığına, ham Sofiliğe, softalığa, yobazlığa, bilim karşıtlığına bırakmış, bu nedenle bilhassa devlet idaresinde söz sahibi olanlar mürekkep yalamış kesimde özde İslâm' a ters bir hayat tarzı egemen olmaya başlamıştır. Bu sebeple bilim ve teknoloji alanında ilerlemek bir yana gerileme olmuştur. Fatih Sultan Mehmet Han döneminde bilim ve tekniğe verilen değer, son zamanlarda yok olmuştur.
Batı' daki Rönesans ve Reform hareketleri; toplumları Kilise ve papaz sultasından kurtarmış, böylelikle pozitif bilim ve teknolojide başarılar elde edilmiştir. Bu gelişme Osmanlı' da bilim ve teknolojiye karşıtlığın yaygınlaştığı, sade ve samimi Müslümanlıktan uzaklaşıldığı döneme denk gelmiş, bu nedenle kusuru Din' de gören Osmanlı okumuşlarını da derinden etkileyerek; "Din' in gelişmeye engel olduğu, Din' den kurtulmadan gelişmenin imkânsız olduğu kanaati yaygınlaşmıştır.
Tanzimat ve Islahat Fermanları, 1. ve 2. Meşrutiyet ve nihayet Cumhuriyet' in ilanı bu psiko-sosyal zeminde gerçekleşmiştir.
2.Abdulhamit Han bu kötü gidişi durdurmak istemişse de dış düşmanlar ve içerdeki gafil yahut hain ortakları buna imkân ve fırsat vermemişlerdir.
Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet ilanı Din' imize aykırı uygulamalar değildir. Çünkü Yüce Din' imizde görev ve yetki; ehliyet, liyakat ve kıdem ölçülerine göre tevdii edilir. Cumhuriyet de özünde Din' imizdeki istişare ve rey sistemini ihtiva eder. Devlet başkanlığı' nın babadan oğula geçmesi, yani saltanat ehliyet, liyakat ve kıdem ölçülerine göre yetki ve görev tevdii esasına uygun olmadığı gibi, tarihte iç savaşlara neden olmasın diye, birçok masum insanın katline, halline neden olan hazin bir uygulama olmuştur.
Ancak; Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet ilanıyla yetinilmemiş, tüm devlet idaremiz ve toplumsal yapımız Batı' nın bize dayattığı laik, seküler anlayışa göre düzenlenme yoluna gidilmiştir. Bu bapta hilafet de lağvedilmiştir. Dünyadaki tüm Müslümanların bizim Devlet Başkanımızı halife olarak kabul edip, O' na saygı göstermesinin, tâbi olmasının Biz' e ne gibi bir zararı olacaktı ki? Hilafet' in mevcudiyetinin Biz' e elbette bir zararı yoktu. Ancak, Hilafet, Osmanlı' yı yıkan güçlerin son hedefleriydi. Hilafet kaldırılmadan Osmanlı tamamen yıkılmış sayılmazdı. Hatta yeni kurulan Cumhuriyeti' in adının da mutlaka Osmanlı dışında bir ad taşıması gerekiyordu. İngilizler yeni Cumhuriyet' in adının Osmanlı dışında bir ad olması konusunu anlaşma şartı olarak dayattılar ve başardılar. Öbür türlü, Osmanlı' dan kopardıkları tüm millet ve memleketler ilerde hatalarını anladıklarında yeniden Osmanlı' yla birleşmek isteyeceklerdi.
Jön Türkler, İttihat ve Terakki Fırkası ve devamında Cumhuriyet Halk Fırkası ve nihayet Cumhuriyet Halk Partisi siyasi irade olarak tamamen ve kesin olarak Batı' nın bize dayattığı laik ve seküler anlayışın temsilcileridir. Bu, kendilerince de her ahval ve şartta kabul edilen bir husustur.
Bu anlayış mensuplarına göre Din; insanın ruh dünyasında yaşatması gereken bir vakıadan başka bir şey değildir, olamaz. Hatta ibadetin de öyle ortalıkta açıkça yapılması laikliğe aykırıdır. Din' i simgeleyen giyim kuşam, dua gibi sair davranışlara da izin verilemez. Nitekim geçtiğimiz yüzyılda bu anlayışın müsamahasızca uygulanmaya çalışıldığına şahit olduk.
Aziz Milletimizin günümüze gelinceye kadar nasıl bir genel görünüm gösterdiğini bu yazımızda arz etmeye çalıştım.
Gelecek yazımızda; NE HALDEYİZ? başlığı altında hal-i hazır durumumuzu değerlendirmeye çalışacağım.
Allah' a emanet olunuz değerli okuyucularım.
Yorum Yazın