Bundan önceki yazımızda bir takım felsefi cereyanların ve sapık inançların özellikle gençlerimizi ciddi ölçüde iğfal ettiğinden söz etmiştik.
Bir tehlikeyi işaret ettikten sonra, o tehlikenin sebepleri ve nasıl savuşturulacağı konularını kaleme almak da elbette kaçınılmaz bir vazifedir. İş bu yazıyı da bu konuya hasretmek istiyorum.
Değerli okuyucu;
İtikadî akımlar adı üstünde inanç kapsamında olduklarından, söz konusu felsefi cereyanlarla mücadele de tabiatıyla itikadî konularda olmalıdır.
Bu nedenle; polisiye tedbirler ya da yasal düzenlemelerle bu saldırıları savuşturmak mümkün değildir.
İtikadî alanda Ülkemiz’ in manzarasına bir göz atmak istiyorum.
Türkiye’ mizde Devlet Yönetimi son bir asırdır inanç konularını neredeyse tamamen kendi haline bırakmıştır. Sözde din ve vicdan özgürlüğü anlayışı, kimsenin inançlarına karışmama anlayışını beraberinde getirmiş, ancak Müslüman’ ın inancı doğrultusunda yaşama hakkı bundan ayrık tutulmuştur. İnançlara karışmama prensibi, sadece vatandaşın eğitim ihtiyaçlarını yok sayma şeklinde tecelli etmiştir. Böylelikle, din eğitimi konusunda insanımız kendi haline bırakılmıştır. Bunu fırsat bilen yabancı inanç ve ideolojiler, Ülkemiz’ in bu yumuşak karnından saldırıya geçmişlerdir.
Saldırıya geçenler arasında akidemizi bozmak isteyenler: “Din” kisvesi altında faaliyetlere başlamışlar. Halk arasında “Gülen Cemaati” olarak bilinen FETÖ bunların en meşhuru, en sinsisi, en acımasızı olarak karşımıza çıkmıştır.
FETÖ‘ ye insanımız tamamıyla dinî bir cemaat nazarıyla bakmış, bu nedenle de kendisi intisap ettiği gibi, çoluğunu çocuğunu da hiç düşünmeden intisap ettirmiş, bu yapının gelişip büyümesi konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır.
Bu yapının aslında acımasız bir terör örgütü olduğu 30-40 sene sonra ancak anlaşılabilmiş, ne var ki geçen zaman birçok vatandaşımızın zehirlenmesine, beyinlerinin yıkanmasına, çok daha fazlasının da uyuşmasına, büyük çoğunluğun ise neye uğradığının farkında bile olmamasıyla sonuçlanmıştır.
Adalet mekanizması ise; hain, sapık, gafil ve masumu ayırmada güçlük çektiği için, ihtiyatlı davranmak adına, gafil ve masumları bile hain kategorisinde değerlendirerek büyük cezalara çarptırmıştır.
Bu gibi yapılara benzer yapıların Ülkemiz’ de kökü kurutulmuş değildir. Belki etkinlikleri azalmış olabilir ama, faaliyetler devam etmektedir.
Değerli okuyucu;
Devletimiz seküler devlet anlayışından tamamen sıyrılmış değildir. İnsanımızın din eğitimi konusunda halen kendi halinde olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Hal böyleyken; Vatandaşın kendisine ve aile efradına dinî terbiye aldırmak için uygun gördüğü birtakım kapılara başvurması, suç olamaz! Bu nedenle cezalandırılması da adil değildir!
Devlet’ in vatandaşını Dinî terbiye konusunda kendi haline bırakıp, bu yönde kapısın çaldığı kapılar tarafından istismar edilince, istismar edildiği için cezalandırılması “Kerim Devlet” anlayışıyla bağdaşmaz! İstismar edilmesi bir mağduriyet, cezalandırılması ise ayrı bir mağduriyettir. Bu mağduriyeti, Devlet’ i yıpratmak için kullanma gayreti içinde olanlar da Devlet için ayrı bir problemdir elbet.
Bu hususu not düştükten sonra, Devlet’ imizin: “KUZUYU KURDA KAPTIRMAMAK” için, vatandaşın dini eğitimiyle ilgili olarak neler yapabileceği hususunda acizane düşüncelerimi sunmak istiyorum.
İnsanımızın dinî inancı; “İslam inancının temelleri” –“İslam Akaidi” konusu elbette öncelikle Eğitimle ilgilidir. Devamında, sosyal ve ailevi eğitimi, medya ve kültür-sanatı ilgilendirir.
Bu konuda en tepedeki kurumlar ilahiyat fakülteleridir. Ancak ne garip tecellidir ki;
İlahiyat fakülteleri; fakülte olmanın kendilerine sağladığı “özgürlük” ortamını, (özgür olduklarını ispat için olsa gerek) ciddi nispette İslam Akaidi’ ne aykırı görüş ve anlayışların gelişip serpildiği kurumlar haline gelmiştir. Deizm, mezhepsizlik, hatta ateizm gibi sapık inançların İlahiyat fakültelerinde yeşerip, geliştiğine şahit oluyoruz!
Halbuki, özgürlük ortamında gelişip serpilmesi gereken inanç İslam İnancıdır.
Hayat ve kâinatın varoluşu, sevk ve idaresi; sadece ve sadece ilmi, iradesi ve kudreti mutlak bir Yaratan’ ın varlığıyla izah edilebilir!
Vahiy, bilgi kaynağı olarak kabul edilmeden, maddenin en küçük yapı taşı olarak bilinen atomun, sonrasında hücrenin, dokunun, organın, organizmanın, makro sistemin (kâinatı oluşturan sistemler bütünü) makro sistemin, kavranabilmesi mümkün değildir.
Can, ruh, zaman ve mekan gibi kavramlar hakkında ancak vahiy sayesinde (Rabbimiz’ in bize bildirdiği kadar, sınırlı) bilgi sahibi olabiliriz.
İnsanlar ve hayvanların; uyurken bile, parasempatik sistemin merkezi bulunan beyincik tarafından nasıl olup da idare edildiğini Kadir-i Mutlak Rabbimiz’ in varlığına inanmadan anlayamayız!
Yüce Allah (C.C.) tarafından bildirilmediği takdirde beş duyu ve aklımızın hayat ve kâinatı anlayıp izah etmekte asla yeterli olmayacağı vasatî akıl sahibi, eğitimsiz bir insan tarafından dahi kabul edilir bir husustur.
Hal böyleyken; ilâhiyat fakültelerimiz nasıl olup da, vahyi yani nakli kabul etmeyen felsefi cereyanların etkisi altına girebiliyor? Bunu anlamak mümkün değildir.
Bunu yine ancak vahiy ile anlayabiliriz: Rabbimiz Kur’ anı Kerim’ inde “Nasıl da çevriliyorlar? “ , “Çok nankördür insanoğlu” , “İman gaybadır” mealindeki Ayetleriyle anlayabiliriz.
Pozitif ilimler, nasıl sorularına cevap verebilir. Neden sorusuna ise cevabı ancak vahiyle bulabiliriz.
Şeytan ve nefis tarafından saptırılanlar, herhalde sadece “Nasıl?” sorularına cevap arayıp buluyorlar, bu da akıl ve beş duyularına olan inanç ve güvenlerini sınırsız hale getiriyor. Halbuki, saptırılanların akıl zannettikleri şey “Zekâdır. Zekâ beyindedir. Zekâ nispeten kısıtlı olarak hayvanda da vardır. Akıl ise kalptedir. Şu hale göre, sapıklar akıllarını da kullanmıyorlar. Sonuç; İnkârcılar farkında olmadan Vahiyle beraber aklı da reddetmiş oluyorlar! Çünkü Cenab’ ı Allah, inkârcılara: “Aklınızı kullanmayacak mısınız?“ Diye soruyor. İlahiyat fakültelerinde bir kısım öğretim üyeleri tarafından bu mutlak gerçeğin idrak edilmiyor olması son derecede talihsiz bir durumdur.
Değerli okuyucu;
Devlet’ imizin, sapık felsefe ve inanç saldırıları karşısında; Başta ilahiyat fakülteleri olmak üzere konuyla ilgili tüm kurum ve kuruluşları, âlî, ârî, berrak, dupduru, muhkem ve mükemmel İslam inancıyla donatıp Aziz Milletimizin hizmetine amade etmesi acil ihtiyaçtır!
Sayın ilgili ve yetkililerin; acizane BU SESE KULAK VERMELERİNİ arz ediyorum. Bu tarihi bir görev ve sorumluluktur! Seçimlik bir görev değildir! Mecburi istikamettir!
Maddi medeniyet sahasında kalkınma da bir görevdir. Ancak manevi medeniyet alanındaki yükselme bir mecburiyettir!
Allah’ a emanet olunuz.
Av. Mehmet AKTAN
06.09.2021
Yorum Yazın