"İyilik yap, denize at!.. Balık bilmezse Halik (Yaratan) bilir" demişler ya eskiler, daha çocukken hem evde öğrenmiştik hem de daha ilkokul birde... Bugün üst üste gelen tesadüfler, iyiliği denize değil, kendimize attığımızı öğretti bana...
Tam 82 yaşındayım, ama dedim ya öğrenmenin yaşı yok...
Bakın nasıl öğrendim, anlatayım...
Gece biraz sıkıntılı girdim yatağa... Bazen olur böyle... Her şey iyi görünürken gene bir sıkıntı hissedersiniz...
Sabah da öyle uyandım...
Cep telefonum asla yatak odama girmez. Önce uyku ilacıma başvurduğum halde... Uyku ilacım televizyon... Genelde Jimmy Fallon izlerdim... Hem güler, hem yeni şeyler öğrenir, hem de üç ünlü ile yapılmış, yarı gırgır, yarı bilgi söyleşileri izlerdim... 50 dakika falan... Biterken gözlerim kapanırdı zaten... Hergün 11.30- 12 arası, yemeklerim gibi, uyku saatim de düzenli olduğundan vücut saatim hasta değilsem iyi işler.
Dediğim o TV izleme, uyku ilacım olduğundan, uykuya dahil... O yüzden de yatak odama cep telefonunu asla almam... Millet akşam sekizde başlayıp gece yarısı birde biten, o insanlık, o sağlık dışı ve o "Aile Birliği"ni resmen yok eden dizileri nasıl izliyor?.. Ailenin birileri o aptal dizileri izlerken, geri kalanı evde olsalar bile sohbet edebilirler mi?..
Akşam evdeki boş saatte dahi birlikte olamayanlar, nasıl aile olabilirler, bunu düşünen var mı ülkede...
Mesela Aile Bakanlığı?.. Mesela RTÜK, dünyada benzeri olmayan bu ekran katliamına nasıl izin veriyorlar?..
Niye hafta sonları ekranlarda, 1970'lerdeki siyah beyaz ve hiçbir teknik imkanı olmayan TRT'nin ne aile eğlence programları yaptığını, her yaşa hitap eden her tür müzikleri ile tüm aileyi nasıl birlikte neşelendirdikleri, komedyenleriyle güldürdükleri programları bugünün sınırsız imkanları içinde hatırlayan tek kanal yok?..
Nerde 40 kanallı TRT?..
TRT2 veya TRT Müzik'te cuma, cumartesi geceleri ve pazar sabahları neden "Aile Eğlence Programları" yapılmaz ki, bir araya gelelim. Birlikte gülelim, birlikte eğlenelim de "Aile" olalım?..
Neyse... Öyle dertliyim ki, laf saptı...
Bu arada Digiturk de bizi aylardır atlatıyor. Bütün haberleri ve şakaları güncel olan Jimmy Fallon şovu aylardır yutturma yapıyor, altı ay eski programları tekrar ediyor. Pek çok programı, yayını tekrar... Ama bizden aldığı para ayni... Bu yıl Avrupa maçları ihalesine bile girmedi Katarlılar ama, BeIN Sports için ödediğimiz parada indirim yok... Karışan görüşen de yok, Katarlıların bizi soymalarına... Adamlar hemen bütün deneyimli spikerleri gönderdi. Pahalı ya onlar... Şimdi ucuzlar çalışıyor...
Jimmy Fallon olmayınca, Digiturk de saçma sapan dolar olunca, uyku saatimi Netflix'ten seçmeye başladım. Spotify Hürriyet'in Projeli müşterisi olduğu için köşelerde ve haberlerde bol bol yer alır, ama Netflix yazılmaz. Filmi, ya da diziyi uzun uzun anlatır mesela Ertuğrul Özkök dostum... Merak sardırır size... Ama nerde izleyeceğinizi yazmaz... Niye Netflix de Spotify gibi Proje parası ödesin diye mi acaba, Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan dostum... Yazıp tavsiye ettiğiniz şeyi bulmak için okuru bir de bulmaca çözme zahmetine sokmak, ama PRoje parası ödeyenin adını manşetten yazmak nasıl gazetecilik?..
Yahu hangi kapıyı açsam araya bir dert giriyor.
Neyse önce New Amsterdam diye bir diziyi, bizim Ercan tavsiye etti. İzledim... Harika... Aylarca kurtardı benim uyku saatimi, ama bitti.
Sonra Lucifer'i duydum. Onunla idare ediyorum işte, uykuya dalmadan önce...
Neyse yatağa sıkıntılı girdim, sebebsiz... Lucifer uykumu getirdi ama, keyfimi getirmedi. Sabah gene sıkıntılı, sebebsiz sıkıntılı uyandım... Salona geçtim, cebimi şarjdan aldım ki, bir mesaj... Yıllardır görmediğim bir dost derde düşmüş. Hasta... Yardım istiyor... Hemen bankamı aradım. İstediği o yardımı çıkardım... İki satır kahvaltımı ettim... O sırada önce Fatoş, sonra Caner'le Nihat, üç yardımcım geldiler... Hava nefis... Kahvemi bahçemde içtim, yeni doğmuş 4 yavru kedinin oyunlarını izleyerek, sonra "Haydi çalışma zamanı" diye, alt kattaki çalışma odamın yolunu tuttum...
..ve aşağı inerken, kendimi fena halde rahat, keyifli ve mutlu hissettim...
Nedendi acaba?..
Her şeyi ile her günümden farksız bir sabah... O zaman sıkıntılı geceden sonra, niye bu ani keyif?..
Buldum tabii. Farksız değildi sabahım... Çok farklıydı hem de... O sabah bir iyilik yapıp denize atmıştım ya...
Daha merdivendeyken anladım ki, iyilik yapmıştım ama denize değil, kendime atmıştım...
O iyilik doğru ruhuma gitmiş ve onu canlandırmış...
Ama tesadüfler bitmedi...
Aşağı indim... "Sevdiğim Laflar"ı her sabah, bilgisayarımdaki çeşitli uygulamaları karıştırıp seçerim... İlkini tıkladım ve ilk laf çıktı karşıma...
Bugün "Sevdiğim Laflar" köşemde çıkan sözler... Tesadüfe bakar mısınız?..
Arnavut kökenli, Katolik inançlı bir Sosyal Hizmetler görevlisi, geçen yüzyılın en ünlülerinden, "İyilik Simgesi" kadın Baş Rahibe Teresa, "Sayısıyla kafanızı yormayın. Her defasında bir insana yardım edin ve daima size en yakın insandan başlayın" dememiş mi?..
Evde yalnız yaşıyorum. Sabah bana en yakın insan cebimde beni bekliyormuş meğer...
Daha doğrusu, ben, beni bekliyormuşum... İyilik yaptım, kendime attım.
Siz de deneyin...
İyilik yapmak kadar hayatınıza renk katan başka şey olmadığını göreceksiniz...
İyilik yaptığınız başkasının, aslında kendiniz olduğunu, yaşayarak anlayacaksınız...
Geçen Cuma "Dünya Gülümseme Günü" idi. Hatırlayın. Gülmenin mucizelerini yazmış, günün sloganı ile de bitirmiştim.
"Bir iyilik yap!.. Birisinin gülmesine yardımcı ol!.."
Ben, benim gülmeme sebep oldum.
***
FATİH YAZAMAYAN KORKAKLAR!..
Dün nerdeyse tam bir sayfa, Fatih Terim'in gecenin bir yarısı yaptığı basın toplantısını yorumlarken "Uzun tuttum, çünkü bizim medya Fatih Terim eleştirisi yazamaz" demiştim.
Dediğim oldu. Bu sabah belli başlı gazetelere baktım...
Hakemlerden söz etmeyen, soru da sordurmayan Terim, bir Galatasaray destanı anlatmıştı.
Bugün hâlâ ama Fatih Terim'i yorumlayan yok, ben onun sözlerinin ardındaki gerçekleri anlatırken birer birer...
Öğleden sonra tamamına bakacağım, gazete takımının tümünü ele alıp... "Büyükler, spora yön verenler susarsa, bunlar neye yarar" dersiniz?..
Spor sayfalarının onurunu kurtarmaya yarar.
Dün Fatih'i eleştiren üç satır vardı, sadece Hürriyet'te... Yazan da Spor Müdürü kardeşim Mehmet Aslan...
Bakın ne demiş Mehmet...
"Bu (konuşma) ne yazık ki bir Fatih Terim klasiği. Beni yanlış anlamayın, dünkü maç için söylemiyorum. Bir hakem hatası ile her takım kazanabilir, kaybedebilir. Galatasaray da hakem hatasıyla kazandı ve kaybetti. Ama Terim'in bu iki duruma verdiği tepki arasında inanılmaz farklılıklar var. Hata onun aleyhine olunca ortalığı ayağa kaldırıyor, lehine olunca 'Geçin bunları' diyor."
Aynen öyleydi Fatih Hocam... Hakemi soran muhabiri "Geçin bunları... Zaferin keyfini yaşayalım, izin verin de" dedi...
Lig sonuncusunu hakemle yenmek zafer, kutlanacak zaferse Hocam, sen niye seni yenenlerin zafer sevincini kursaklarında bırakıyor ve ortalığı darmadağın ediyorsun?..
Pardon!.. Bu da soru mu?..
Sen "İmparatore"sin Hocam... Ötekiler ölene dek savaşmaya mahkum gladyatörler... Yani ölerek zenginleri mutlu eden Köleler!...
***
SON JAMES BOND'U, SON JAMES BOND KURTARDI!..
Bilmece gibi değil mi?.. O zaman hemen çözelim... Baştaki "Son James Bond" şu anda biz dahil dünya sinemalarında oynayan son James Bond filmi, Ölmek İçin Zaman Yok/ No Time to Die... İkinci Son James Bond ise, en son Bond filminde oynayan ve "Bu benim son James Bond oluşum" diye ilan eden Daniel Craig!..
Yani başlıkta dediğim "No Time to Die" filmini, Daniel Craig kurtardı.
Hani gazetelerin "Sinemaları James Bond kurtardı" diye yazdıkları film... Pandemi döneminde nerdeyse batan sinemalar, heyecanla bu Bond filmini bekliyorlardı.
500 milyon dolara mal olmuş en pahalı Bond filmini çekenler de hiç değilse paralarını kurtarmak için Netflix benzeri, evde ekranda film ve dizi oynatan şirketlerin peşine düştüler ki, Daniel Craig "Bu film sinemalarda ve büyük ekranda vizyona girecektir. Ekrana satamazsınız, bekletin" dedi. İki yıl geçerken, sinemalar ülke ülke gevşer gibi oldu...
Bu defa da "Hemen tüm dünya sinemaları en az yarı yarıya bilet satar hale gelince vizyona girecek" dedi ve filmi tam 2 yıl bekletti.
İşte bu bekleyiş, "Ölmek İçin Zaman Yok" filminin bu yılın eylül ayında vizyona girişini, adeta "Zafer" yaptı.
Bir şey diyeyim mi, eleştirmen arkadaşlar önce size...
Eğer pandemi olmasa, bu son James Bond, 2019 sezonunda normal koşullarda vizyona girseydi, belki fiyasko olmazdı ama, "Eh, işte"den öteye geçmezdi.
Neden?.. O kadar mı kötü?..
Hayır!.. Bugüne dek çekilmiş en uzun James Bond filminden 13 dakika daha uzun bu sonuncusu için "2 saat 43 dakika ile en uzun Bond filmi" deniyor ya... Yanlış burada... "Ölmek İçin Zaman Yok" uzun değil... Uzatılmış...
"U- za- tıl- mış!.."
Yığınla aksiyon sahnesi... Hepsi şart mı?. Yahu Hızlı ve Öfkeli filmlerinde bu kadar aksiyon, bu kadar takip sahnesi yok... Sonunu herkesin kolayca tahmin ettiği, karşılıklı, silahlı ve yumruklu sahneler de gırla ve hepsi ama hepsi uzatılmış. Bond hepsini dövecek, Bond hepsini öldürecek, herkes bilirken, bile bile tekrarlarla dolu sahnelerin hepsini ayni ilgiyle seyretmek mümkün mü?.
Bir örnek vereyim...
Dünyayı yok edecek virüsün üretildiği bir uzak ada... Okyanus'ta nerdeyse her ada için hak iddia eden Rusya, Japonya ve Amerika nedense bu Ada'yı unutmuş. Bir Bond işin peşinde... Tek başına adadaki o virüs üretim tesisini yok edip dünyayı kurtaracak...
Ana kumanda odasına çıkıp idareyi ele geçirmek istiyor. Döner bir merdivenle 20 kat çıkacak. Adanın el bombası ve makineli tüfekle silahlı askerleri, döner merdivenin her kat başında üçer üçer bekliyorlar. Bond her katta 3 kişiyi temizliyor... 20 kat, 20 defa ayni sahneyi izliyorsunuz... Yahu sonu belli... Bond yukarıya varacak tabii... Herkes biliyor. O zaman 20 tekrar niye?.. Yönetim odası 20 kat değil de 3 kat yukarda olsa da film aptalca uzatılmasa...
Yani daldan düşen elmayı yirmi dakika suda giderken izleyen Nuri Bilge Ceylan bile çekmez böylesi aptalca uzatılmış sahneleri...
Biz, en iyi sistem İmax'la 3 boyutlu seyrettik üstelik... Millet öyle bıkmış ki, son jenerik başlar başlamaz fırladı... Ben prensip olarak sonuna dek izlerim... Işıklar yandı... Salon boşaldı. Temizlikçiler bile girdiler, ben oturmama devam ettim. Kırk ülkede 40 bin kişinin katkısı ile çekilmiş film. Son jenerik de bir kısa film kadar uzun sürdü ve gençlerin sevgilisi Billie Eilish'in söylediği "No Time to Die" ile başlayan film Louis Armstrong'un söylediği "We Have All the Time in the World" ile bitti. Louis, Billie'ye yanıt veriyordu sanki... "Dünyadaki bütün zaman bizim!.. Yani?..
..ve tüm son jenerik bittikten sonra gidenlerin görmediği, biz topu topu 3 kişinin gördüğü cümle çıktı ekrana...
"James Bond will Return!.."
Erken çıkanlar, anladınız mı?.
***
TEBESSÜM
Adam, kalabalık bara kapısını tekme ile açarak girdi. Elindeki tabancayı göstererek bağırdı...
"Bu gördüğünüz bir 1911 model 45'lik Colt!.. Şarjöründe 7 kurşun var. Yedek şarjörü de cebimde. Öğrenmek istediğim şey, karımla kim yattı?.."
Derin bir sessizlik oldu ve çok arkalardan bir ses duyuldu...
"Daha fazla kuruşuna ihtiyacın var!.."
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Sayısıyla kafanızı yormayın. Her defasında bir insana yardım edin ve daima size en yakın insandan başlayın. Baş Rahibe Teresa
Yorum Yazın