Frankfurt'ta yaşayan dostum Erdoğan Karatay'la sohbet ediyorduk. Ona İsviçre'de yaşadığımız bir olayı anlatırken, "Hayatta aldığım en büyük derslerden biriydi" dedim. Doktor "Benim de öyle bir ders almışlığım var" dedi. Anlattı. Bayıldım.. "Yaz" dedim.. Yazdı yolladı.. Buyurun..
*
Aylar sonra nihayet dinlenmeye fırsat bulabildim. Klinik, muayenehane, hastalar, korona derken gerçekten fiziksel ve ruhsal olarak çok yorulduğumu hayatımda ilk kez hissettim.
Performansımın düşmemesi gerektiğini, hastalarıma ancak böyle faydalı olacağımı bildiğim için 7 günlük bir ara verdim, Dominik'te enerjimi tekrar yükleme fırsatı buldum. Ancak giderken ve dönerken, hep test yaptırarak ve M-H-M kurallarına kesin olarak uyarak gittim.
Dominik'in purolarının da çok iyi olduğunu sayende öğrenmiş oldum.
Bu arada, hayatında hiç sigara, puro veya herhangi bir tütün mamulü tüketmemiş bir insan olarak, sayende bir puro uzmanı olduğumu söyleyebilirim.
Döndüğümde seninle görüntülü olarak görüşüp hasret giderirken, konu tabii ki purolara geldi ve sen bana hayatında aldığın en büyük hayat derslerinden birisi olarak bir Avrupa maçı öncesi İsviçre'de yaşadığın bir olayı anlattın.
Benim de aklıma, kendi hayatımda aldığım en büyük hayat derslerinden biri, belki de birincisi geldi.
Rahmetli babam, Almanya'ya ilk giden "misafir" işçilerden biriydi çok uzun yıllar önce.
Biz sonraları yaz tatillerinde yanına gitmeye başladık, o kadar iyi geldi ki, her yaz gitmek için can atıyorduk.
Gide gele babam bize Almanya'da oturma hakkı verilmesini sağladı, yani istediğimiz kadar Almanya'da kalabilirdik, tek şartı vardı, altı aydan fazla dışarda kalmamak..
Üniversitedeyken, ülkemi çok seven bir insan olarak mesleğimi de kesinlikle ülkemde icra etmek, aldığım eğitimin karşılığını vermek istiyordum.
Ancak, İstanbul Erkek Lisesi'nde aldığım muhteşem bir eğitim, Almanca'yı mükemmel öğrenmek ve tabii Almanya'da sahip olduğum oturma ve çalışma hakkı, o ülkeyle aramda bir bağ sağlıyordu.
İşte bu bağ beni garip bir şekilde rahatsız ediyordu. Ve ben, Almanya'ya gitme alternatifim olmasın, ülkemde kalayım diye kasten, 6 aydan fazla Almanya'ya gitmedim, dolayısıyla oturma hakkımı bilerek yok ettim.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, iki yıllık mecburi hizmetimi Elazığ'da büyük bir coşkuyla yaptım, oranın insanlarına hizmet etmekten gerçekten büyük bir haz duydum. O kadar ki, bölgenin insanları iki yıl sonunda, "Seni bırakmayız" diyerek, İstanbul'a yaptırdığım tayinimi durdurdular. Bu gururla ben, bir yıl daha Elazığ'da, o bölgenin insanlarına hizmet ettim.
Ancak sonunda bir şekilde yolum yine Almanya'ya düştü ve ben bu defa orda yaşamaya karar verdim, kader adeta "Sen istediğin kadar çabala, ben bildiğimi okurum" diyordu.
Almanya'da bir yabancı olarak, doktorluk mesleğini icra etmek çok zordur. Meslek izni alabilmek için öncelikle bir genel çalışma izni alman gerekir.
Ben, bu çalışma iznini alabilmek için tanınmış bir mama ve yem fabrikasında çalışmaya başladım. Sadece iki hafta çalışmam yeterliydi.
Hayatımın en büyük hayat dersini, işte burada ilk iş günümde aldım!
Fabrikada sabah girer, akşam çıkarken kart basmak mecburiydi. Ben saat 6'da geldim, kartımı bastım ve bölümün sorumlusu kişinin karşısına çıkıp kendimi tanıttım.
Bastığım kartta saat 6.02 yazıyordu.
Kendisi, doktor olduğumu ve çalışma izni alabilmek için sadece iki hafta orada idareten çalışacağımı biliyordu. Bana "Günaydın" dedikten sonra, şu unutamadığım sözleri söyledi:
"Günaydın sayın Doktor Karatay, bu belki önemsemediğiniz 2 dakikalık gecikmenizin bu topluma ne kadar zarar verdiğinizin farkında mısınız? Biz bir üretim toplumunda yaşıyoruz ve bu toplumun her ferdi 2 dakika üretim kaybına neden olursa, toplam kaybımızı düşünebiliyor musunuz? Almanya nasıl Almanya oldu sanıyorsunuz? Yarın sizi tam saat 6'da işinizin başında görmek istiyorum." Şoke olmuştum, ilk anda tam anlayamamış, "Ben doktorum, zaten burada sadece iki hafta, o da mecburiyetten kalacağım" diye düşünüp içten içe çok kızmıştım hatta.
Ancak bugün o kadar iyi anlıyorum ki, o gün bana verilmek istenen mesaj, aldığım en büyük hayat derslerinden biriydi. Ben bugün yaşadığım topluma bu kadar disiplinli bir şekilde katkıda bulunuyorsam, aldığım o hayat dersi sayesindedir.
..Ve o bölüm başkanı, bir hafta sonra evine davet etti beni. Beni, yani ilk karşılaşmada bu müthiş hayat dersini verdiği kişiyi.
Eşinin yaptığı harika pasta ve çay eşliğinde satranç oynadık!
*
Hıncal'ın notu.. Yazıyı okuyup bitirdikten sonra, Erdoğan'ı aradım.. "Satrancın sonu ne oldu" dedim. "Ben mat ettim" dedi..
"Böylece, o seni işte mat etmişti, sen masada rövanşı aldın yani" dedim..
***
BENİM HAYAT DERSİM...
Eski okurlar bilir, yazdım daha önce. Ama yeniler bilmeyebilir diye onu da özetleyeyim..
Galatasaray'ın Avrupa maçlarından biri için Cenevre'de ünlü Hilton Oteli'ndeyiz, üç ünlü purocu, Ünal (Özüak), Dr. Ömer Faruk Yılmaz (O zaman Dünya Göz'ün kurucu ortaklarından) ve ben..
Maça gitmek için cebinde hep puro kutusu ile gezen üç dost, lobide buluştuk. Kapıda biri bağırdı.. "Maç otobüsü beş dakikaya kalkıyor." Cebimi yokladım. Puro kutum yok..
Ünal'a sordum. Onda da yok.. Doktor'da da.. Hepimiz birbirimize güvenmişiz. Yukarı çıkıp alacak vakit de yok, ama o lobide Avrupa'nın en ünlü puro dükkânı var. Gelen alır, yolu İsviçre'ye düşmeyen ondan sipariş eder.. Bana zamanın purocu Galatasaray Başkanı Faruk Süren tavsiye etmişti, "Bir şey almasan bile görmelisin" diye.
"Hadi şurdan alalım" dedim..
Gerçekten muhteşem bir dükkân.. Adını veren patron da köşede koltuğunda oturuyor..
En önde açık puroların satıldığı bir stant var..
Orada, o sıralar dünyanın en lüks ve en pahalı purosu Cohiba Especiales'den en ucuz Partagas'a her çeşit Havana var..
Eh.. Keyif sigarı ya.. Birer Cohiba aldık, tanesi 45 İsviçre Frangı.. Frank, dolardan pahalı..
Elimde üç puro kasaya doğru giderken, o dünya ünlüsü patron koltuğundan kalktı. Bize doğru yürüdü..
"Konuşmanızdan anladım.
Türk'sünüz değil mi" dedi.. Evetledik..
"Maça gidiyorsunuz değil mi" diye sordu gene.. Onu da evetledik.
"O zaman o aldığınız puroları yerine bırakın" dedi.. Hayret, biraz da dehşetle baktık.. Türk düşmanı mıydı, herif!.
"Bakın arkadaşlar" dedi.. "Maçta o heyecan içinde puro içilmez, yenir.. Ben en güzel purolarımı kimseye yedirmem..
Cohibaları bırakın.. Şurada en sonda, tanesi 5 franga ucuz Partagaslar var.
Ondan birer tane alın, gidin.." O adam, Avrupa'da, bizim Ünal'ın Etiler'deki La Casa del Havana'sı dahil yüzlerce "Tobacco/ Havana" dükkânı arasında nasıl dünyaca meşhur oluyordu, o zaman anladım..
Çünkü onun meselesi para değil, paranın satın alacağı şeyler değildi..
Çok çok ötesindeydi, onu dünya lideri yapan şey..
***
BEN YORULDUM HAYAT!..
Her sabah aşağı bilgisayarımın başına inmeden önce, Ercan kahvemi yapar, onu içerken, televizyonda artık bahtıma ne çıktıysa onu dinlerim.. Bu sabah, yani, cumartesi, kumandayı tıkladım, gelen sesle kahvemi unutacak kadar büyülendim. Yanık bir Anadolu türküsüydü gelen.. Sonuna dek dinledim. Musiki ayrı güzeldi, sözler ayrı.. O sözleri, pazar günü için sizlere sunmaya karar verdim..
Şu deyişlerin güzelliğine bakar mısınız?.
"Ben yoruldum hayat, gelme üstüme
Diz çöktüm dünyanın namert yüzüne
Gözümden gönlümden düşen düşene
Bu öksüz başıma gözdağı verme
Ben yanıldım hayat, vurma yüzüme
Yol verdim sevdanın en delisine
O yüzden ömrümden giden gidene
Şu yalnız başımı eğdirme benim
Ben pişmanım hayat, sorguya çekme
Dilersen infaz et, kâr etmez dilime
Sözlerim ağırdır dokunur kalbe
Şu suskun ağzımı açtırma benim"
Tam bu noktaya geldim, yani yazıya nokta koymaya.. "Çok yaşayan değil, çok gezen bilir" demiş ya eskiler.. Çok yaşayanların da yaptığı şeyler var, aslında.. Çok hatırlamak ve çok anlatmak.. Yakın dostum Adnan Şenses'i hatırladım. Milenyum dönüş yıllarında Ünal'la (Özüak gene) TRT 1'e kaç yıl her pazar canlı 4 saat süren kültür, sanat, eğlence programı yapmıştık. Ses sanatçısı konusunda ne zaman darda kalsak, Adnan'ı arardık.. Gelir, sahnedeki merdivenlere oturur ve öyle bir "Yorgunum dostlarım, yorgunum artık" okurdu ki, çapardı beni her seferinde..
Bu yazı onsuz olmaz..
"Baharı beklerken ömrüm kış oldu
Gözümde her zaman biraz yaş oldu
En güzel duygular bana düş oldu
Yorgunum dostlarım, yorgunum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
Tutmadı ellerim sıcak elleri
Duymadım aşk denen tatlı sözleri
Taşıdım gönlümde acı izleri
Yorgunum dostlarım, yoruldum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
İçimde ateşler söndü, kül oldu
Aşk bahçem kurudu, sanki çöl oldu
Yar bildim, o bile bana el oldu
Yorgunum dostlarım, yorgunum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
Tutmadı ellerim sıcak elleri
Duymadım aşk denen tatlı sözleri
Taşıdım ömrümce acı izleri
Yorgunum dostlarım, yoruldum artık
Vefasız yıllara dargınım artık
Hayır, benim ne yorgunluğum, ne dargınlığım var.. Benim, bana böyle bir yaşam, böyle bir aile, böyle dostlar veren yıllara teşekkürüm var sadece..
Ama yorgunları, hem de çok yorgunları gördüm, tanıdım, yaşadım ülkemin dört bir yanında..
O zaman bu yanık türküler dokunuyor işte..
***
PAZAR NEŞESİ
Pazar Neşemiz gene anılmak isteyen Eyüp Karadayı dosttan..
Adamın biri arkadaşlarıyla ormana ava gitmiş.
Koşarken ayağı bir ağaç köküne takılmış, tam düşerken elinden fırlayan tüfeği ateş almış ve saçmalar adamın teşkilatını(!) delik deşik etmiş!..
Hemen hastaneye götürmüşler..
Acilen ameliyata alınmış!..
Kendine geldiğinde, bakmış ki doktor gerçekten iyi iş çıkarmış, nerdeyse kopan aleti yerine dikmiş!..
Adam taburcu olurken doktoruna teşekkür etmiş..
Doktor da ona bir kartvizit uzatmış:
"Bu benim kardeşimin kartıdır, onu da bir görseniz iyi olur!.. Ben sizin için randevu alırım!.." Adam sormuş:
"Peki, kardeşiniz ne doktoru?.."
Doktor "Doktor değil" demiş.. "Kendisi Devlet Senfoni Orkestrası'nda flüt çalıyor!. Pisuvar başındayken etrafa ve üzerinize sıçratmamanız için parmaklarınızı nereye koymanız gerektiğini gösterecek!?.."
***
LATİN SÖZLERİ
"Levis est fortuna.. Cito reposcit, quod dedit!"
"Talih dönektir.. Verdiğini, çabucak geri ister!"
Yorum Yazın