Pazar akşamı öfke içinde yatağa girerken, sabah kalkınca yazacağım yazının başlığını bulmuştum bile..
"Burak Elmas, hocanı da al git!."
Sabah kalktım. Gazeteler gelene dek maçı bir daha, soğukkanlı düşündüm.. Bir daha düşündüm.. Ve.. ve başlığım yukarıdaki gibi oldu..
"Galatasaray'da çözüm, sabır!..
Maçın ikinci yarısının ortasına gelinirken ve Galatasaray 1-0 galipken, etraftaki hepsi Galatasaraylı arkadaşlara, "Ben beraberliğe razıyım, çünkü bu maçı Trabzon kazanacak" demiştim. Öfkemin sebebi oydu.. Ben maçı okurken, hem de ne destanlarla getirilen Hoca nasıl boş bakıyor ve müdahale edemiyordu?.
Mesela, Galatasaray'ın bir stoperi Marcao, son maçların "hata" anıtıydı. Geçen maç, bir havadan, bir yerden ıska geçmiş, bir de basit çalım yemişti. Hepsinin sonu gol. 3 hata, 3 gol.. Nelson deneni ise, topa en saçma sapan, gelişigüzel vuran adamdı.. Ve bu iki stoperle, kaleci Fatih, kendi altı pası içinde paslaşarak oyun başlatıyordu, pres yapan Trabzon önünde.. Minnacık bir hata gol demekken Marcao ile Nelson gibi hatayı vagon yükü ile yapan iki adama autu da, elle çıkarmayı da pres altında iken, kendi 6 pasının oralara kullanmak intihar demekti.
Dua ettik ki, devre 1-0 bitsin. Arada hoca, Fatih'e topu öyle aptalca çıkarmaması gerektiğini anlatır. Trabzon topu Galatasaray 18'i içinde değil, hiç değilse kendi sahasında yakalarsa, savunmaya mesafe ve vakit kalır..
İkinci yarı başladı... Aaaa!. Eski tas, eski hamam.. Fatih resmen Trabzon oyun kurucusu gibi oynuyor. Kenar seyrediyor.
Sonra değişiklikler başladı.. Tıpkı geçen haftaki gibi.. Her değişiklik daha kötü yapıyor.. Asıl kenara alınması gerekenler değil, seçilip seçilip iyiler dışarı alınıyor. Yerlerine girenler havagazı.. Takım her dakika daha rezil oynuyor..
Eeee.. Açık.. Gol değil, goller gelecek.. Geldi de..
Yani "Hocanı da al git Burak" başlığı..
İlaç alıp yattım ki, uyuyabileyim.
Sabah nispeten salim kafa ile bir daha düşündüm..
Trabzon, Marcao ve Taylan'ın asistleriyle 2 gol atmıştı ama, Uğurcan hele biri kalecilik tarihine geçecek 3 muhteşem kurtarış yapmıştı..
Yani ayni maç, kaleciler değişse, 3-0 Galatasaray lehine olabilirdi, bir.
Galatasaray maça fırtına gibi başlamış, 2000 yılında UEFA kupasını getiren "hücumpres"le Trabzon'u darmadağın etmişti, iki..
Halil, santrfor değil, santrfor arkasıydı, yarın Mustafa 9 numaraya gelince neler olacaktı, üç..
Yeni hoca, Fatih Terim'den hem de nasıl bir enkazı daha 10 gün evvel devralmış, bu kısa zamanda sadece 5 antrenman yapabilmiş, o 5 antrenman bile, Galatasaray'ı, lider Trabzon'u 30 dakika ezen futbolu getirmişti, dört..
Yeni hoca bu futbolu tam 7 Türk oyuncu ile oynamış ve yabancı hayranlarına hem de nasıl bir ders vermişti, beş..
..Ve medyada ve sosyal medyada bu yenilgiyi en büyük keyifle karşılayan Fatih Terim kalemleri ve trolleri, Burak Elmas kongre kararı alırsa, muhakkak Terim'in işaret edeceği adayı, hatta belki de Terim'in kendisini seçeceklerdi ki, maazallah!. Bu da altı.
O zaman, akıllı, soğukkanlı ve yürekten Galatasaraylı'nın "sabır" sözcüğünden başkasını düşünmesi mümkün değildi..
Ben böyle düşündüm işte.. Ertesi sabah.. Siz de iyi düşünün tüm Galatasaraylılar!..
***
BİR DOST!.. BİR ADAM... BİR GERÇEK BAŞKAN!..
Selahattin Beyazıt!. Onunla tanışmamıza Cüneyt Ağabey sebep olmuştu. O, bu ülkeye "PR/Public Relations/ Halkla İlişkiler" adını ilk duyuran Delta Ajans'ın kurucusuydu Ankara'da. Fresno State Üniversitesi'nde Reklam, Halkla İlişkiler ve Pazarlama okuyup dönmüş ve bu üçüyle meşgul olan Delta'yı yaratmıştı.
İki atletizm sever olarak, hemen her akşamüstü gittiğimiz Ankara atletizm sahasında tanışmış ve müthiş dost olmuştuk. Onu da yazmaya ikna ettim. Hatta bizim Öncü adına Roma Oyunları'nı izledi. Bir minik yerel Ankara gazetesi, Olimpiyat izlerdi o güzel gazetecilik günlerinde.. Asker dönüşü (1968) beni Delta'ya çağırdı. "Yarın burada işe başlıyorsun, benim PR direktörümsün" dedi.
"O ne?" dedim.. Ve başladık. 1972'de Delta İstanbul'a giderken, ben kaldım..
"Ne zaman önemli bir iş olursa, çağır, koşar gelirim" dedim..
Bir gün çağırdı..
Selahattin Beyazıt, Galatasaray Başkanı.. Benim de salı ve cuma, Cumhuriyet'te spor köşem var. Beyazıt'ı çok sert eleştiriyorum.
Sebep?. Futbol şubesine para yetiştirmek için gelir getirmeyen amatör şubeleri neredeyse kapanacak hale getiriyor.
Yahu, basketbolu, voleybolu bu ülkeye getiren, yüzmesi, tramplen ve kule atlamaları, kürek, sutopu, atletizm başta hemen her sporu yapan ve bunlarla efsane olan Galatasaray, bir profesyonel futbola bağlanır mı?. Bütün öfkemi kusuyorum yazılarımda..
Cüneyt Ağbi aradı. "Ankara'dan oturup sallayacağına, gel İstanbul'a konuş adamla, ne istersen sor" dedi. "Sonra da ne yazarsan yaz.."
Dediği gazeteciliğin doğrusu.. Atladım gece trenine.. Öğlen Delta'da buluşacağız. Bütün gün konuşuruz. Gene gece treniyle Ankara'ya dönerim..
Delta'ya öğle üzeri geldim.. Selahattin Bey biraz geç kaldı. Oturduk.. Üçlü bir sohbet başladı. Selahattin Bey, öyle sandığım kasıntı işadamı tiplerinden değil. Tam tersine, senli benli, kırk yıllık dost gibi konuşuyor. Bi sohbet, bi sohbet..
Anlatıyor ki, "Galatasaray kendi geliri ile kavrulan bir kulüp olmak zorunda. Borca dadanırsa batar.."
Anlatıyor ki, "Galatasaray kendi yağı ile kavrulan kulüp olursa, kongrede hiçbir şeyden anlamayanlar sadece para versin diye oy alamazlar. Üyeler en iyi yönetecek olana oy verir, en çok para vereceğe değil.."
Mantıklı ama, Galatasaray, hatta bir zamanlar oynanan çim hokeyine dek her tür sporu bu ülkeye getiren kulüp. Taraftar her Galatasaray maçına koşuyor, dala mala baktıkları yok.. Mahir Canbakan tramplene çıktı mı, Moda Plajı Cimbomlularla doluyor mesela.. Onu anlatıyorum ben de, Beyazıt'a.. Bir ortak noktada buluşamıyoruz..
Başkan "Karnım acıktı" dedi.. Cüneyt Ağbi, "Sabahtan beri iş yapmaya vakit bulamadım. Siz çıkın bir şeyler yiyin, biraz da baş başa konuşursunuz" dedi.
Cüneyt Ağbi'nin ofisinin tam karşısı, o zamanın efsanesi Hilton.. Yerli, yabancı ünlüler, sosyete orda.. Öyle ki, gazetelerin özel Hilton muhabirleri var.
Kapıdan çıktık.. Selahattin Ağabey, "Fazla yürümeyelim. Şuracıkta Hilton'da yiyelim" dedi.. Ev sahibi o, misafir ben.. Hilton'a davet eden de o.. "Peki" dedim. Karşıya geçiyoruz, tam ortada "Re.. Re.. Re.. Ra.. Ra.. Ra.. Gassaray.. Gassaray Cim Bom Bom" koroları duymaz mıyız?. Bugünkü Lütfi Kırdar, Spor ve Sergi Sarayı o zaman.. Arada başka bina da yok. Kapalı salonun tribün sesleri, caddeye, Hilton'a yansıyor..
"Duydunuz mu, Başkan" dedim.. "Hem de, iş ve okul saatinde Galatasaray maçı var diye tribünler dolmuş.. Sesleri buralara geliyor.."
Durdu.. Dinledi..
Karşıya geçtik.. Hilton'a girdik. Doğru Boğaz'a bakan o en ünlü restorana.. Menüleri getirdi garson.. Fiyatlar da maşallah!..
Söyledik bir şeyler.. Bir yandan yiyor, bir yandan konuşuyoruz.. Arada da şakalaşıp gülüşüyoruz.. Tam değil, ama önemli oranda anlaştık yemek biterken.
Başkan "Hesap" dedi garsona.. Adam koştu getirdi. Başkan şöyle bir baktı ve önüme koydu.
"Ben prensip olarak cüzdan taşımam.. Bu yemek senden olacak.."
O zaman kart mart da yok..
Cüzdanımı çıkardım, masa altından. Kâğıt paraları saydım.. Tam hesabı karşılıyor, 10 lira bahşiş dahil.. Ödedim.. Çıktık.. Vakit geç olmuş. Sohbet zamanı unutturmuş. Haydarpaşa'ya ancak giderim. Vedalaştık. O zaman basın kartın varsa tramvay, tünel, vapur bedava.. Bir tramvayla Tünel.. Tünel'le Karaköy.. Karaköy'den Haydarpaşa vapuru.. İndim Haydarpaşa'ya.. Açtım cüzdanın bozuk para kutucuğunu.. İçinde bir, tek bir 25 kuruş var.. Hepsi o.. Tren biletim cebimde.. 25 kuruşla ya bir gazete alacağım, yolda okumak ve oyalanmak için ya da bir kaşarlı sandviç.. Gecenin bir vakti midem kazınacak nasılsa, şimdi tok olsam da.. İki tur attım, karar verene dek.. Ve "gazete"de karar kıldım.. Ankara'da eve vardığımda açlıktan ölmek üzereydim..
İşte Sevgili Beyazıt'ın beni ilk daveti..
İkinci davette, ortak arkadaşımız Sevgili Orhan Mizanoğlu ile Salacak'taki, Muharrem Nuri Birgi'den ona kalan ünlü yalıya yollandık..
Yolda Orhan'a şaka yaptım, başıma geleni anlatıp.. "Giderken pizza götürseydik yanımızda, ne olur ne olmaz.."
Bahçe kapısında karşıladılar bizi.. Biri Orhan'ın arabasını park etti. Biri villa kapısına götürdü. Çaldı. Ahçı kıyafetli biri açtı.. Orhan bana baktı, "Gördün mü" diye.. Girdik. Hoşbeş.. Sofra kurulu ama, yemek gelmez de gelmez.. Sonra kapı çaldı.. Ahçı kılıklı kapıya koştu. Elindeki kutuyu getirip masanın ortasına koydu, bizi davet etti ve kutuyu açtı..
Pizza!..
***
O kuruşun kıymetini bilen Selahattin Beyazıt, Galatasaray kulübünü bankaların kapısında sürünmekten ya da sırf cebinde milyonları var diye birini başkan seçme zorunda kalmaktan kurtaran bir sistemi yerleştirmek istiyordu. Hep ona uğraştı.. Bugün kulübün nefes alma umudu olan Riva'yı, o zaman yolu bile olmayan Riva'yı 3 otuz paraya kulübe aldığında başlıkları hatırlarım..
"Burada öküz mü otlatacak Galatasaray?."
Paranın kıymetini bilmek.. Geleceği okumak!.
Selahattin Beyazıt'ı, Selahattin Beyazıt yapan unsurlar bunları işte..
Işıklar içinde yat, Sevgili Dost.. Ebedi Başkan..
Bugün Galatasaray'ın kaç milyar borcu ve açık kalan kaç şubesi var?.
O açık şubelerin hemen hepsinde ezeli rakip Fener, Galatasaray'ı yenip duruyor..
Mustafa Cengiz, Başkan'ken yazmıştım. O sene, Fener-Galatasaray formaları 33 kez karşı karşıya gelmiş, 32'sini Fener kazanmıştı..
***
VE BİR DOST DAHA... FATMA GİRİK!..
Hafta sonu yazılarımı cumadan yazıp yolladığım için, Sevgili Selahattin Ağabey (Beyazıt) yazım, salıya kalmıştı. Dün sabah aşağı indim. Bilgisayarımı açmak için tıkladım. Ekranda kocaman bir başlık..
"Fatma Girik, hayatını yitirdi.."
Nasıl bir dönem yaşıyorum Tanrım?. Bu kadar sık, bu kadar üst üste.. Kafam da, köşem de karmakarışık..
Fatma, Türk sinemasında en sevdiğim kadın oyuncuydu. Tam bir halk insanıydı bir defa.. Sen, ben neysek, o da o!.
Öyle halk insanı olduğu için, Şişli gibi çok önemli bir merkezin belediye başkanı da oldu. Siyasete devam etse, çok daha yukarılara da giderdi. Ama benim gibi, sevmedi, sevemedi siyaseti..
O herkesin Fatma'sıydı.. Hep de öyle kaldı ve hep kendi kaldı.. Ne botokslarla suratını ifadesiz, ruhsuz hale getirenlere özendi, ne suratına baktığında bas bas bağıran "Ben estetikliyim" ameliyatlarına.. Belli belirsiz ufak dokunuşlar olmuştur, bilemem.. Ama ben hiç hissetmedim..
Son yıllarda sağlığı yerinde değildi.. Hayat arkadaşı Memduh Ün'ün 2015'teki ölümü de onu çok sarsmıştı.. Peşinde kimler vardı.. Ama o Memduh'undan başkasını hiç düşünmedi. Dostu, arkadaşı çoktu, ama Memduh Ün, tekti..
Onunla son defa bir hastane odasında konuştuk..
Daha üniversiteden başlayarak hemen tüm filmlerini keyifle, bazen bol neşe, bazen bol duyguyla izlediğim Sevgili Fatma, çok halsiz yatıyordu. Az az, sessiz sessiz bir saat konuştuk. O kadar uzun hasta ziyareti olur mu?. Adeta profesyonel hasta olarak uzun ziyaretlerin ardından nasıl baygın düştüğümü bilirim.. Ama Fatma bırakmadı.. Dili de, gözleri de "Kal" diyordu. Kaldım.. Az konuşarak, onu da az konuşturarak.. Çünkü, uzun uzun dinlemek zorunda kalmak da yorar hastayı..
Bir şekilde kaçmam lazım, ama nasıl?. Tam o sırada gece nöbetçisi doktor, durumu kontrole gelince, fırsat bildim..
"Hadi sizi baş başa bırakayım" dedim ve kaçtım.. Son görüşmemizmiş, meğer..
Fatma da iyileşti ve kaçtı hastaneden. Çok sevdiği Bodrum'una, Memduh'una gitti.. Ama hastalığı tam geçen türlerden değildi.. İçten içten devam etti.. Fatma birkaç defa Bodrum'da gitti hastaneye, gazetelerde okudum..
Sonra da, dün işte..
"Fatma Girik, hayatını yitirdi!."
Son zamanlarındaki yaşamına ne derece "hayat" denir bilemem..
Ben olsam, "Fatma, Memduh'una kavuştu" yazardım..
Vuslat, yani!..
***
TEBESSÜM
Huzurevinden aldığı kadınları bir tura çıkaran otobüs şoförü, omzuna bir elin dokunduğunu hissetti. Şirin bir ihtiyar ona avucundaki bademleri uzatıyordu. Teşekkür edip aldı, ağzına attı..
10 dakika geçmedi. Gene omzunda el, gene ayni sevimli kadın, gene avucunda badem.. Aldı ağzına attı. Sonra bir daha.. Bir daha.. Şoför dayanamadı sordu.
"Niye kendiniz yemiyorsunuz hanımefendi?."
"Dişlerim yok, çiğneyemem ki.."
"O zaman niye alıyorsunuz efendim?."
"Etraflarındaki çikolatayı emmek çok hoşuma gidiyor da.."
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Önemli olan neye katlandığınız değil, nasıl katlandığınızdır!. Seneca
Yorum Yazın