Hıncal Uluç

Hıncal Uluç

Mail: jdgklgkd@homail.com

‘Futbolumuzu katleden o 9 dakika!..’

Başlık tırnak içinde, çünkü benim değil.. Aynen Hürriyet Spor'un manşetini naklettim size, geçen haftadan..
Bu manşetin altında da, son günlerde değil, hayatım boyunca okuduğum en güzel spor yazılarından biri vardı..
Anlatmışımdır, iki defa, genç gazeteci adayları için açılan seminer ve okullarda kapanış dersi verdim. İlkini Erol Bey açmıştı. Simavi.. Hürriyet'te "İşbaşı eğitim semineri" yapıyordu. Benden rica etti. Koşup gittim. İkincisi Türker Ağabey.. İnanoğlu.. Okul açmıştı, yazılı ve görüntülü gazetecilik için. O çağırdı.. Gene koştum.
İkisinde de ayni şeyi yaptım. Sınıfa girdim. Doğru kara tahtaya yürüdüm. Tebeşiri aldım ve "M M" harflerini yazdım.. Ders boyu orda durdu o iki harf..
Zil çalmak üzere iken, "Soru-cevap" üzerine kurduğum o kapanış sohbeti bittiği sırada ikisinde de ayni şeyi söyledim.
"Kendinize başka bir meslek bulsanız iyi edersiniz. Çünkü sizde bu mesleğin ilk şartı 'Merak' yok. Size 'Merhaba' bile demeden gittim 2 M harfi yazdım. Ders boyu hepiniz bana tonla soru sordunuz, ama bir tekiniz bile merak edip 'Yahu Hıncal Ağabey, şu M harflerini niye yazdınız oraya' demediniz. Bu iki M, mesleğin temeli.. Birincisi 'Merak'.. Siz merak edeceksiniz ki, okurun neyi merak ettiğini bilecek, onu izleyecek ve haberini çıkaracaksınız. İkinci M ise 'Matematik'.. Evet.. İyi bir gazeteci, yazarda matematik kafası olmalı.. Mantık, matematikle başlar.. Doğru sonuca varmak için, matematik kafasıyla düşünmeniz gerekir. O zaman haberiniz, yazınız sadece sorunu değil, çözümü de içerir.
Okuru doyurur.."
İşte Uğur Meleke imzalı, Türk futbolunun en büyük sorunu, seyredilmez hale gelişini irdeleyen yazı, bire bir, matematiksel bir kafanın merakından doğmuş..
Uğur son kuşağın en önemli yazarlarından biri. Dünya spor medyasını yakından izlediği için, spor basınındaki gelişmelerin farkında oluyor ve kendi kendisini çok iyi yetiştiriyor.
Onu neredeyse 20 sene evvel, daha "çaylak" denecek meslek deneyimi içindeyken keşfedip, Habertürk kanalında yaptığımız İkinci Tele Pazar programına spor yorumcusu olarak davet ettiğim için kendimle de gurur duyuyorum. Orda belli etmişti Uğur, cevherini..
Şimdi Uğur'un "9 Dakika" yazısından alıntılar yapalım..
"Süper Lig şampiyonumuz, Devler Ligi'ne acı bir veda etti. Altı maçı da kaybetti, altı maçta da rakiplerinden daha az mesafe kat etti. Aslında bu durum bize çok yabancı değil, Şampiyonlar Ligi'nde Türk takımlarının sahaya çıktığı son 48 maçın 47'sinde rakiplerimiz bizden dahaçok koşmuşlar. Euro 2020'de de her üç rakibimiz bizden ortalama 5 buçuk kilometre fazla mesafe kat etmişlerdi.
Tesadüf olamayacak kadar büyük bir veri seti var önümüzde."
Peki niye, hem Şampiyonlar Ligi hem de Milli Takım maçlarında rakipler bizden çok koşuyorlar?. Tesadüf değilse ne?.
Uğur, onu da bir ara Avrupa'ya ihraç ettiğimiz Ozan Tufan'ın ağzından anlatıyor. Bakın, ne demiş Ozan..
"Süper Lig'de oyun çok fazla duruyordu. Çok fazla dinlenme şansımız oluyordu. Burada oyun hiç durmuyor. Taçlar saniyeler içinde kullanılıyor. Bazen bir sakatlık olsa da oyun dursa diye dua ediyorum burada." Ozan haklı.
Onun sözlerini süzen tek spor yazarımız Uğur'u kutlamak lazım. Dünyanın en çok duran ligini oynuyoruz. En ufak temasta biri yerde kıvranıyor. Hakem faul çalmasa bile sahtekâr yerde çimleri döverek kıvranmaya devam ettiği için sonunda oyunu kesmek zorunda kalıyor. Bir de tabii, taç dahil herkes, her şeye itiraz ediyor. Hakem yanına gidip o kararı niçin verdiğini uzun uzun izah ediyor. Bu da yılın modası..
Tabii oyun durdukça bizim futbolcu dinleniyor. Oysa Avrupa maçında öyle bol dinlenme molası yok. Alışmamış..
Hemen solumaya başlıyor, nefesi kesiliyor ve koşamaz oluyor. Rakip bizden 5.5 kilometre fazla koşunca da Beşiktaş'ın ve Milli Takım'ın hâli ortaya çıkıyor..
Gelelim o 9 Dakika'ya.. Uğur'u okuyoruz.
"Şampiyonlar Ligi'nde brüt maç süresi ortalaması 95 dakika, topun oyunda kalma süresiyse 59 dakika olarak gerçekleşmiş. Yani Devler Ligi'nde oynanmayan süre yaklaşık 36 dakika. (95-59= 36).
Geçtiğimiz sezon Süper Lig'de bir maçın (uzatmalarla birlikte) brüt süresi 99 dakika. Topun oyunda kaldığı süre ortalamasıysa 54 dakika. (99-54= 45).
Yani televizyon başında izlediğimiz her Süper Lig müsabakasında hayatımızdan 45 dakika çalınıyor. Tam 45 dakika. İki bölüm komedi dizisi izleyebilirsiniz Süper Lig'in hayatınızdan çaldığı sürede yani!
Bu durumda bir Süper Lig maçı, bir Şampiyonlar Ligi müsabakasına göre 9 dakika daha fazla duruyor. Sporcular, hakemler 9 dakika daha fazla dinleniyorlar. O ekstra dokuz dakika dinlenme süreleri, Şampiyonlar Ligi'nde ya da Avrupa Şampiyonası'nda olmadığı için de uluslararası arenada fiziksel olarak yetersiz kalıyorlar. Şu sıralar Süper Lig'le Avrupa'nın devleri arasında oluşan farkın temel nedeni de zaten bu."
Bu "matematik"e "hayır" demeniz mümkün mü?.
Uğur, sorunla birlikte çözüm de önermiş.. Benim de önerilerim var. Onun için yarın da devam edeceğiz. Çünkü bu konu Türk futbolunun, futbolcusunun, teknik yönetimlerin, en önemlisi artık maç diye bir şey kalmadığı için futbol izlemekten bıkan tribün ve ekran seyircisinin en önemli sorunu. Mutlak çözülmesi gerek. Çözecek olan da Türkiye Futbol Federasyonu.
Yarın Nihat Özdemir Başkan!. Yarın!.

***


SERGEN'LE OLMAZ!..
Başından beri "Sergen'le olmaz" diyordum. Olması için Sergen'in gitmesi bile yetti. Yerine yenisi gelmeden..
Adını kimsenin bilmediği geçici hoca, sahaya doğru takım çıkardı. Doğru oynattı.
Çünkü komplekssizdi. Ne yapacağına mantığı ile karar veriyordu. "Şenol Güneş'in keşfedip Beşiktaş'a kazandırdığı gençleri" darmadağın eden Sergen kompleksleri onda yoktu.
Gençlerin sorun değil, "umut" olduğunu biliyordu.
18 yaşındaki genç, hırs ve kendini gösterme azmi ile dolu stoperi takıma koydu mesela.. "Boş ver. Ben paramı alır, sırtüstü yatarım" diyen el oğlunu değil.. Hani "El elin eşeğini türkü çağırarak arar" hikâyesi.
Sergen, Şenol'un keşfi gençlerin satabildiğini sattı, kalanını da unuttu.
Serdar onlardan biriydi. Oyuna ikinci yarının ortasında giren genç Güven de, Sergen'in sadece ona değil, Beşiktaş'a da nasıl ihanet ettiğini kanıtladı.
Tribündeki hâlâ kalıntıları sıralanmış Sergenciler yeniden "Sergen" temposu tutmaya başlarken, Sergen'in yok etmek için her şeyi yaptığı Güven, oyuna girer girmez iki enfes akın başlattı. Gol pası verdi.. Bir başlattığı akında da bu defa golü atan oldu.
Sergen bu maçı izledi, bu Güven'i gördü mü acaba?.
Ve de Milli Takım Hocamız gördü mü?

***


TRT MÜZİK DEĞİL, TRT TÜRKÜ!..
Hele pandemiden bu yana evde devamlı TRT Müzik açık.. Haber kanallarını yasakladım. Çünkü hepsi kendi mezhebine göre haber yapıyor.
"Son Dakika" deyip ayni kırmızı cümleyi 3 saat ekranda tutuyor, nasıl "Son" dakika ise.. "Bitmez Dakika" deseler daha iyi.. Ana haberler de yasak. Sadece kendi mezhep haberi ve dünyadan şiddet, kan revan klipleri.. (RTÜK nihayet savaş açmış bunlara. İnşallah lafta kalmaz.) Dizi mizi de izlemiyorum. O zaman kalıyor müzik..
Okurken, dinlenirken, sohbet ederken fonda müzik. TRT Müzik..
Ama TRT Müzik, TRT Müzik olmaktan iyice çıktı. Bir iki, bize söylendiğine göre yukarlardan torpilli ekranı parsellemişlerin yanında durmadan türkü programları var, nerdeyse silmece.
Özel türkü saatleri..
Yetmiyor. Hemen her programın içinde gene türkü, oyun havaları..
TRT Müzik yönetimi bana mesela kasım ayında TRT Müzik'te kaç türkü, kaç şarkı, kaç pop klip çalınmış bildirebilir mi?. Hepsi ellerinde..
Yahu benim gibi türkücü, Modern Folk'un senelerce meneceri adamı "türkü kusacak" hale getirdiler. Yahu dengeli bir yayın olmaz mı?.
Peki hani pop?. Bunca pop sanatçımız var, onlar niye haftada bir kliple bile ekrana gelmiyor?. Bu pop düşmanlığı neden?.
Güzel şeyler yapıyorlar. Tek başına ele al, "kötü" diyeceğim program yok.. Ama müzik türleri arasındaki bu dengesizlik bir çuval inciri berbat ediyor.
Sabahtan akşama türkü kere türkü, arada anons.. "Senfonik Rock 00.00!." Yani gece yarısı..
Bu nasıl programcılık sayın yönetmenim?.

***


FİKİR BAŞKA, İŞ BAŞKA... DOSTLUK BAŞKA...
Harika bir cumartesi öğlesi geçirdik, Nişantaşı'nda.. Buluşma yeri, öğle yemeği için Ahmet Hakan'ın dairesinin hemen altındaki Hünkar Lokantası..
Kurucusu Feridun Usta rahatsız. Bizi kardeşi Galip karşıladı.. Enfes bir yemek yedik. Yemekler zaten enfestir, Hünkar'da.. Söylemeye gerek yok.
Babaları Talip'ten gelen kuşağı tanırım ben, taa Kumkapı'daki dükkândan.. Sonra Nişantaşı'na zamanın en sosyetik restoranı Ziya'nın yerine taşındılar. Sabah, Nişantaşı'nda iken haftada en az iki kez giderdim Hünkar'a.. Feridun da elleri ile bana, Cüneyt Ağbi usulü (Koryürek) puf böreği yapardı mutlak. Emsali yoktur.. Balmumcu'ya taşınınca, Nişantaşı trafiği de kördüğüm olunca, çok ender gitmeye başlamıştım.
Bir Hürriyet, bir Cumhuriyet, bir Sabah yazarını ayni masada, hem de neşe içinde, kahkahalar atarak gördü, o gün orada olanlar.. Hele yazılarımızı okuyanlar vardıysa aralarında çok şaşırmışlardır.



Ama şaşırmamak gerek. İnsanın işi ayrıdır, düşünceleri ayrı olabilir. Ama dostluk baki olmalı, işte böyle..
Nasıl bir sohbet.. Anılar.. Ve tekrar etme, hatta 15 günde, olmadı ayda bir tekrar etme kararı..
Yemek bitti. Ahmet Hakan'ın işi başından aşkın.
Hem yazar, hem Genel Yayın Müdürü, hem de TV programı var. Bir koltukta 3 karpuz değil, 3 ton ağırlık..
"Benim kaçmam lazım.. Toplantım var" dedi..
"Hemen şurada, Selvin'in galerisi var.
Galeride de Bedri Rahmi Sergisi.. Yarın kapanıyor. Onu görmeden olmaz. Toplantına 10 dakika geç gidiver" dedim. Ahmet Hakan "Tamam" dedi. 150 metre falan ötede
Selvin.. Nişantaşı'nda da bir gösteri yürüyüşü yaptı, Cumhuriyet, Hürriyet ve Sabah yazarı dostlar..
Selvin'in yeri Arnavutköy'de idi.
Ama büyük sergileri, Nişantaşı'nda boş bulduğu dükkânları kısa süreliğine kiralar, orda açardı. Gittik ki, harika bir galeri.. Ve bu defa yerleşik..
Selvin şimdi hem Arnavutköy, hem Nişantaşı'nda..
Önce hızlı bir gezip, Ahmet Hakan'ı uğurladık. Sonra Bedri ile adaşı ve meslektaşının tadını çıkardık. Sonra da galerisinin balkonunda oturup Selvin'in kahvesini içtik. Bedri'nin de Taksim'de galerisi var, Piramit.. İki galerici ne güzel sohbete daldılar..
Bu meslektaşları anlamıyorum. Bir araya gelmeleri, dertleşme, sohbetleşme ve yardımlaşmaları için ille birine mi ihtiyaçları var?.
Fikir tartışması başka şey.. Ama şart şey.. Gelişme, ilerleme dediğimiz yollar bu tartışmalarla ortaya çıkar.
Gerçek güneşi tartışmayla doğar..
Tartışmaktan korkmayalım.
Ama "Tartışıyoruz, birbirimizi eleştiriyoruz" diye dostlukları silmeyelim.
Tartışmayı küfürleşmeye, sövmeye çevirmeyelim..
Bize, yani ünlülere bakanlar, "Nasıl zıt fikirli insanlar, ama bakın ne güzel ahbaplık ediyor, birlikte gülüyor, eğleniyor ama, mesele 'İş.. Görev' olunca en sert eleştirileri yapmaktan da çekinmiyorlar. Çünkü dostluklarının bozulmayacağını biliyorlar" desinler. Örnek alsınlar.. Onlar da öyle olsunlar..
Hepimiz bu ülkenin insanıyız.. Bir tane Türkiye'miz var.
Hepimizi kucaklayan ve hepimizin kucakladığı bir tane Türkiye'miz ve..
Yıkılmaz dostluğumuz..

***


TEBESSÜM
Öğretmen sınıfa problem soruyordu..
"Babanızın cebinde 500, annenizin cebinde 50 lira varsa.."
Öndeki küçük Can sorunun tamamlanmasını beklemeden bağırdı..
"Annemin 550 lirası var demektir."

***


SEVDİĞİM LAFLAR
"Dünya ve gökyüzü, ağaçlar ve tarlalar, göller ve ırmaklar, dağlar ve denizler en mükemmel öğretmenlerdir. Onlar bize, kitaplardan öğrendiklerimizden çok daha fazlasını öğretirler." John Lubbock

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar