Eleştiri; bir eseri, bir konuyu, bir durumu, bir hareketi doğru ve yanlış yönleriyle değerlendirme bir yargıya varmadır. Eğer yanlışlıklar göz ardı edilerek sadece iyi yönleri öne çıkarılırsa bu övgü olur. Eğer doğru kısımlar dikkate alınmayıp sadece eksik hatalı kısımlara vurgu yapılırsa buna yergi denir.
Eleştiriden korkmak kişinin kendisiyle ve gerçekle yüzleşemeye cesaret edememesidir. Oysaki kişiler eleştirileri dikkate alarak bir hatasını düzeltebilir, bir eksiğini tamamlayabilir ve kendini geliştirir. Ama kişiler kendini mükemmel görürse ki bu tamamen yanılsamadır, çünkü insan sürekli bir gelişme halindedir, “ben artık oldum” dediği an gelişme anlamında bu “ben öldüm” demekle aynı anlamı taşır.
Eleştiriden korkmak kişinin kibirli olmasıyla da yakından ilgilidir. Eksikliği, yanlışlığı insani bir durum olarak görmekten ziyade bir zayıflık ve kusurluluk şeklinde algılamak kişiyi eleştiriye düşmanlaştırır. Böylelikle kişi eleştiri yapan kişiyi düşmanca bir hisle karşılar.
Salim Şengil, Anılarda Kalan Portreler isimli kitabında bir anısını aktarır.
Salim Şengil, Seçilmiş Hikayeler dergisini yayımlamaktadır. Hikayelerde işçi, köylü ve fakirlerin sorunlarını işleyen hikayeler ağırlık kazanmaktadır. Dönemin Milli eğitim Bakanı Şengil’i davet eder ve dergide bu konuların işlenmesinden duyduğu hoşnutsuzluğu belirtir.
Şengil Bakana şöyle bir soru yöneltir:
-Sizin lisede okuyan bir kızınız var değil mi? O sıralar Ankara Kız Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olan sayın Nahit Hanım bana söylemişti. Bir gün evinize gelen bir doktor arkadaşınız ya da aile doktorunuz diyelim kızınızı görünce “Neden böyle çok zayıf, bir muayene edeyim” dese. Sonra da “Yarın gelsin bir röntgen filmini aldıralım” ardından da acı haberi duyursa “Kızınızda tüberküloz (verem) başlangıcı var. Hemen yazdığım ilaçlara başlanmalı. İyi besin almasına özen göstermeli, yorulmamalı, bolca dinlenmeli” O zaman doktorun yakasına yapışır mısın?
Bakan, “Hayır…” dedi.
-Peki öyleyse bir ozan, bir öykücü, bir romancı toplum gerçeklerini dile getirince neden garipsiyor daha kötüsü onu suçluyorsunuz? Doktorun dedikleriyle, sanatçının yazdıkları arasında ne gibi ayrıcalık var? Hiç.. Doktorun reçetesine, söylediklerine gereken özeni gösteriyorsunuz da yazarın ele aldığı toplumsal hastalıklara, çarpıklara kem gözle bakıyor, onu suçluyorsunuz! Oysa sanatçının değindiği bize ulaştırdığı bozuk düzenin de bir iyileştirme yolu vardır değil mi?
Epiktetos (M.S. 40-125) cahilin kendini anlayamamasını şu sözlerle anlatır:
-Bir hekim bir hastaya gider ve ona şunu söyler: “Sıtmanız var. Bugün bir şey yemeyiniz, yalnız su içiniz.” Hasta ona inanır, teşekkür eder ve ücretini verir. Filozof da bir kültürsüze şöyle der: “Azgın isteklerinizin sonu yok. Kaygılarınız bayağıdır. İnançlarınız sahtedir, yanlıştır.” Kültürsüz öfkelenerek çıkıp gider ve alçaltıldığını söyler. Bu ayrılık nereden geliyor? Çünkü hasta ağrısını duyar, ama bilgisiz bu acıyı duymaz.
Bir doktorun hastalık üzerine söylediği sözler somut olduğu için rahat anlaşılır. İlaçtır, cerrahi müdahaledir, ya da yapılması ve yapılmaması gereken davranışlar. Oysa bir filozofun, bir yazarın, bir sanatçının sorunlar üzerindeki sözleri ve tavsiyeleri somuttan ziyade soyuttur. Zekanın bir ölçüsü de soyut düşünebilme yeteneğidir. Soyut düşünemeyenler filozofların, yazarların, sanatçıların tavsiye ve telkinlerini bir doktorun tavsiyesi ölçüsünde algılayamazlar.
Eleştiriye karşı tutumumuz bizim aynı zamanda empati yeteneğimizle de yakından ilgilidir. Eleştiriye tahammül edemeyenlerin empati yeteneğinin büyük ölçüde zayıf olduğunu düşünüyorum.
Eleştiriye tahammül edemeyen kişiler bir çeşit sosyal hastadır, sosyal düzenin sağlıklı işlemesi için bu kişilerin de bir tedaviye ihtiyaçları vardır. Onların doktorları da yazarlar, filozoflar ve sanatçılardır.
Yorum Yazın