Bugün, Türkiye ekonomisinin yakın orta ve orta vadeli geleceğine ışık tutacak iki önemli dokümanın kamuoyu ile paylaşılması günü. Anayasa gereği, bir sonraki yılın bütçesi yılbaşından 75 gün önce, yani 17 Ekim'de TBMM'ye sunuluyor. Bu yılı farklı kılan bir diğer özelliği ise 12. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın da Meclis'te görüşülecek olması. Bu iki belgeye, 6 Eylül'de açıklanan 2024-2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Plan ve planla birlikte taahhüt edilen 7 yapısal reform alanını da (Büyüme ve ticaret, beşeri sermaye ve istihdam, fiyat istikrarı ve finansal istikrar, kamu maliyesi, afet yönetimi, yeşil ve dijital dönüşüm, iş ve yatırım ortamı) eklediğinizde genel görünüm şekillenmiş oluyor.
Bu noktadan hareketle bir kaç kritik hususu da paylaşalım...
Birincisi... Elbette önümüz yerel seçim ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin başta olmak üzere büyükşehirlerin yeniden AK Parti belediyeciliği ile buluşmasını çok önemsiyor. Yerele özgü faktörlerin yanı sıra hayat pahalılığı ile mücadele, dar ve sabit gelirlilerin satın alma gücünün refah payı ile desteklenmesi, ekonomik büyüme ve istihdamın korunması konularına yüksek hassasiyet gösteriyor. Peki, "Seçime kadar atılacak adımlar yok mu?" Elbette var. Hem büyüme dinamiklerinin korunması hem fiyat istikrarının tesis edilmesi mümkün. Ama bunun için elini taşın altına uzatması gerekenler söz konusu.
İkincisi... Pandemi sonrası çıkış dönemini fırsata çeviren iş kollarında ve bilhassa aşırı risk primi gerekçesi ile önden yüklemeli fiyat ayarlamaları yapan sektörlerde vergi ile ilgili istisna ve muafiyetlerin gözden geçirilmesi zaruri. Bu, klasik manada vergiyi tabana yayma söylemi de değil. Vergi zaten tabanda! O nedenle vergi tabanının genişletilmesi, kayıt dışı servetlerin adil biçimde vergilenmesi bir ihtiyaçtan öte artık mutlak gereklilik.
Üçüncüsü... Enerji fiyatları. Hem hane halkları bütçesindeki yükü hem de sanayinin rekabet gücü açısından dikkatli olunması gerekiyor. Ama aynı zamanda gerçekçi fiyatlamaya yakınsama için kademeli geçiş, yerli kaynakların devreye girmesi, yüklü tüketim yapılan ayların hassas yönetilmesi de bu gerekliliğin içinde öncelikli yer tutuyor.
Dördüncüsü... Finans sektörünün, özellikle bankaların seçici kredi politikasına yaklaşımlarının daha iştahlı hale gelmesi... Gerek ithal ikamesine odaklı yatırımların kredilendirilmesi gerekse ihracatın sürdürülebilirliğine yönelik fon akışının temin edilmesi bu programın bel kemiği. Bir başka anlatımla... Daha önce kamu bankaları üzerindeki finansman yükünün özel sektör ve yabancı sermayeli bankalar tarafından da paylaşılması bekleniyor. Sektörün geneline dönük olduğu gibi gerektiğinde -kimseye duyurulmadan- banka bazlı kriterler de getirilmesi sürpriz sayılmamalı.
Beşincisi... Ekonomi yönetimine dair spekülasyonların son bulması. İlk günlere göre giderek gündemin arka sıralarına düşse de halâ, Hazine Bakanı MehmetŞimşek ile Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan'ın yapmak istediklerine ilişkin olarak... Hareket alanı ve zaman sınırı üzerine fitne içerikli yorumların sürmesi öyle geçiştirilecek basit bir konu değil. Oysa ekonomideki kararların hiçbiri Şimşek veya Erkan'ın şahsi meselesi ya da ajandası değil. İşin özü Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, "Yatırım, üretim, istihdam, ihracat ve cari fazla yoluyla büyüme" stratejisine sadık kalınarak program uygulanması, deprem harcamaları başta olmak üzere uzun vadeli ve mümkünse doğrudan yatırım şeklindeki dış kaynak akışının sürekliliğinin sağlanması.
Özetle...
Türkiye ekonomisi, anlık başarılar yerine istikbalini garanti altına alan, eski alışkanlıkların kırıldığı, maliyetin yukarıdan aşağıya ve taşıma gücüne göre dağıtıldığı, bölgesel ve küresel dalgalanmalardan hemen hiç etkilenmeyecek yepyeni bir dönemi başlatmanın eşiğinde. Bu saatten sonra geri dönüş asla söz konusu değil!
Yorum Yazın