Türk medyasının bana sorarsanız, tartışılmaz, yaşayan en büyük yazarı Selahattin Duman'ı, hem de kurucularından olduğu SABAH'ın kuruluş yıldönümünde kaybettik. Önceki gün size haberi aldığım andaki duygularımı anlatmaya çalıştım. Bugün onun büyüklüğünü anlatacağım. Bunun en kolay yolu, onun bir yazısını tümüyle size nakletmek. Seçmekte zorlanmadım.
Bu yıllar sonu yeniden mesleğe döndüğü Oksijen adlı, size çok tavsiye ettiğim haftalık gazetede çıkan son "Selo" yazısı.. Yani büyük ustanın vedası..
Bir adam, hem de kendi yaşadığı bir yoğun bakım dönemini, o dehşet dolu işkence saatlerini sizi gülümsetecek satırlarla kaleme alabilir mi?.
Selahattin alır.. Okuyanı da Duman eder.. Buyurun..
*
Elimi kafama atıyorum, pütür pütür cam kırıklarıyla dolu. Üzerine tüy diker gibi bir de maslahatıma sonda sokmuşlar.
Beni "İnsanın orijinali budur" deyip yoğun bakıma atmışlar.
Hastaneye getirildiğim zaman ameliyatıma girip beni deliksiz bir uykuya gönderen anestezi doktorum, aynı zamanda kız kardeşimin okeydeki hasmı Nagihan Hanım'ın deyişiyle "disko topuna" benziyormuşum.
Arabanın ön camı patlayıp yüzlerce minik parçaya bölünmüş, o minik parçaların her biri önce kafatası derimin üzerine sonra kendi vücuduma işlemiş.
Askeriyenin mutfağında bir çuval pirinci ayıklamak, beni tımar etmekten daha kolay.
Bir de ameliyathanenin tepeme vuran ışıkları var. Kızcağız beni disko topuna benzetmesin de ne yapsın.
Yine kibarlık yapmış. Kına gecelerinde genç kızların giydiği bindallılara benzetmemiş. O da yakışırdı.
Doktorlar, vücudumu "Murahhas padişah kılıcı" gibi süsleyen kırık cam parçalarıyla ilgili açıklama yapıp içimi rahatlattılar. On, on beş güne kendiliğinden dökülürlermiş, o zaman cillop gibi olurmuşum.
*
Bir ameliyat daha oldum mu hiç hatırlamıyorum. Kırpık kırpık görüntüler gözümün önüne gidip geliyor. Bildiğim kadarıyla anestezi uygulamadılar. Kırık sol kolumu açtılar. Neşterin kemiğe sürtmesiyle "Kırt! Kırt!" diye sesler geliyordu.
Sonunda çile bitti. Beni yoğun bakıma altı okka ettiler. Buraları da hep hayal meyal.
Akşamın bir vakti, şeytanın avrat boşadığı saatlerde benim 19 gün sürecek yoğun bakım çilem başladı.
Yoğun bakım servisleri, askeriye koğuşu düzeninde.
Sıra sıra dizili yataklar, çeyiz sandığında açılacağı günü bekleyen çarşafın danteli gibi.
Tepemizde oksijen maskeleri, serum şişeleri, ilaç torbaları, damarlara girmiş iğneler, Kızılay bağış rozeti gibi göğüs mıntıkasına yapıştırılan elektrot başlıkları. Şekil olarak tamamız. Azrail koğuşa girse taşıdığımız aksesuvarlara bakarak sıranın kimde olacağını bilir.
Arada bir yeni müşteri geliyor. Yani hasta.
Altı tekerlekli yatakları sıklaştırıp, araya bir yataklık yer açıyorlar. Hasta oraya tıkıştırılıyor.
Yoğun bakımdaki ikinci, üçüncü günüm müydü ne. Benim yatağı az öteye iteklediler. Arada kalan boşluğa yeni somya kurdular. Üstüne de bir teyze koydular. "Teyze" dediğime bakmayın, kadın ölümsüzlüğün sırrını çözmüş gibi.
Kafada da 14 dikiş.
Torba ilçesinden getirmişler.
Tahminlere göre merdivenlerden yuvarlanmış. Kafayı da öyle kırmış.
Sese koşan komşuları bulmuş, ambulans çağırmışlar.
"Teyze" ilk gecesinde gayet mülayimdi.
Gelininin eline bakan kaynana gibiydi. Ne olduysa İzmir'deki torununun gelmesiyle oldu. Kısmen hafızası yerine gelen "Teyze" olayı kavgaya bağladı. Bağırıyor, çağırıyor.
Derken hemşirelerin bir boş anını kollayıp yataktan kaçıyor. Ver elini koridorlar.
İçindeki ses "Yüreğinin götürdüğü yere git" diyor ama koğuştaki dış ses "Anca gidersin" diyor.
Sonda probleması
Yatakta kımıldayamamak ayrı bir dert, bir de maslahatıma soktukları sonda ayrı bir dert.
Bilmeyenler için kısa bir özet geçeyim.
Bu sonda dedikleri zıkkım, oranızdan bir hortumla yatağın yanına raptedilen plastik torbaya bağlanıyor. Oradan da saldığınız idrarın gramajı ölçülüyor. Ne önemli şey idrar gramajı. Sanki biz eroin imal ediyoruz. Hastabakıcılar da hasılatı toplayıp doktorlara emanet ediyor. Sabahları viziteye çıkan bütün doktorlara yalvarıyorum.
"N'olur çıkarın bu sondayı, ben kendi hesabımı tutar size bildiririm." Çıt yok. Gülümsüyorlar.
Haydi diğer doktorları geçtim, ameliyatımı yapan kardeşimin öğrencisi Doç. Dr. İsmail Yürekli'ye ne demeli. Ondan da tepki yok.
Sen ki kalp-damar cerrahısın. Benim idrar torbamla ne uğraşıyorsun? Sonda lobisine mi çalışıyorsun?
Ama yukarıda Allah var. Hepsi kibar, güler yüzlü. Babamı muayeneye gelen 9 Eylül'deki o doçent gibi değiller.
İki binli yılların başıydı. Babam Dr. Abdullah Duman ağır hasta, kaderine teslim olmuş yatıyordu.
Sabah vizitesine gelen doktorlar bir hışımla girdiler odaya.
Başlarında da o iri yarı doçent var.
Etrafındaki asistanlara sorular soruyor, aldığı cevaplara sert karşılıklar veriyordu.
Bu arada meslektaşı olan babama ne selam, ne hatır sorma. Babam alındı, benim duyabileceğim bir ses tonuyla "Suret-ül beşer, tabiat-ül bakara" dedi.
Doçent duydu, "Ne dedi?" diye sordu. "Anlamadım" deyip atlattım. Aslında anlamıştım.
Vizite bittiğinde çekip gittiler. Babam "Bak" dedi. "Bu yatakta 69 senelik bir abisi yatıyor.
Selam bile vermiyor."
"Suret-ül beşer, tabiat-ül bakara" dedi ve ekledi.
"Görünüşte insan, yaradılışta öküz."
"Bu benim terkibimdir. Birine kızdığın zaman sen de söyle ama manasını açıklama, kavga çıkar."
Bereket benim doktorlarım inanılmaz saygılı ve insancıldı.
Hepsine minnettarım. Sadece kafaları sondaya takılmıştı. Kırmızı çizgileri bu sondaydı.
Bir de su içirmeme politikaları var. Geçen sayıda da anlattım. Su burada "insan hayatından sonra" en değerli şey. Su tüketimi konusunda sanki Kerbela'dasın.
Ben Kerbela'nın ne manaya geldiğini yoğun bakımda öğrendim.
*
Benim böbreklerim kazadan sonra yüzde 20 kapasitede çalışmaya başlamış. Sol kalp kapakçığı da pancar motor gibi olmuş. Keyfi isterse kan pompalıyor, keyfi istemezse hava üfürüyor.
Ameliyat da edemiyorlar. Ederlerse böbreği kaybedebilirmişiz. Hal böyleyken yoğun bakım personeline "Size inat ölmeyeceğim" diye posta koyan Mehmet amcadan ses seda yok.
Yatağa bağlamışlar. Muhtemelen uyku ilacını da basmışlar. Dört beş gündür kesintisiz uyuyor.
Yanıbaşındaki teyzeyi de haplamışlar. Üstelik yatağa bağlı. Servisimizde huzurumuz tamam.
Yoğun bakımlarda zaman geçmiyor. Sabah altıda serviste ışıklar yanıyor.
Oradan anlıyorsun ki yeni bir gün başlıyor.
Artık sırada kahvaltı dağıtımı var. Kahvaltı arabasının servise yaklaştığı teee on dakikalık mesafeden duyuluyor. Belediyelerin çöp konteynerlerini düşünün. İki konteyneri birbirine ekleyin. O ölçüde bir şey. Katar'a sattığımız Altay tank fabrikası bundan sağlamını üretemez.
Hele çelik tekerlekleri zemine süründüğünde öyle ses çıkarıyor ki, savaşta cepheye sürsen düşmanın yüreği o saat korkudan yarılır.
Memleket büyüğümüz "uzun boylu asabi şahsiyet" nasıl olmuş da bu kahvaltı arabalarını Karabağ'da Ermenilerin üzerine sürmemiş, ona şaşarım.
Sonunda "yoğun bakımdaki çilemiz" bitti. İyi halden tahliye olup özel odaya çıktık.
İki üç gün sonra da nefroloji doçenti Dr. Zeki Soypaçacı'nın himayelerine girdik. Onun onayıyla bizim sonda çıkarıldı. Kazadan sonra gerçekten hayata dönüşün başlangıcı bu sondadan kurtulduğum saattir.
*
Işıklar içinde uyu Selo.. Işıklar içinde.. Disko topuna vuran ışıklar gibi, üzerine yağan nurlar da hiç eksilmesin!.
***
KÜÇÜK HANIMIN UÇAĞI...
Efendim Maldivler'e gitmiş.. Efendim orada bir Ada'dan sıkılmış, başka adaya geçmek istemiş.
Milyarder sevgilisi özel uçak bulamayınca bir uçağın bütün biletlerini satın alıp özel uçağa çevirmiş..
Küçük Hanım da bunu kişisel sosyal medyasında kullanmış..
Önce magazin medyası atladı. Resimler her gazetede günlerce yayınlandı. Sonra herhalde kapanma sıkıntısı yaşayan hemen her köşe yazarı balıklama atladı, hani yanından biri hızlı geçen futbolcu hemen yüzünü ve ayak bileğini tutarak uçuyor ya öyle..
Saldır Allah saldır kıza.. Dedikleri.. "Bu yaptığı görgüsüzlükmüş.." Peki sizin yazdıklarınız çok mu görgülü.. Bir haftadır bu yerin dibine soktuğunuz kızı gündemin tepesinde, hem de köşe yazılarınızla tutuyorsunuz.
Peki, zengin adam, sevgilisine bir jest yapmış olamaz mı?.
Hemen her televizyon kanalında, maç, film, dizi izlerken reklamı yapılan o pırlantalara, araba tekerleği boyundaki tek taş yüzüklere ses yok.
Çünkü onlarla maaş alıyorsunuz.
Herkes sevdiğine parası kadar jest yapar?.
Kime ne?.
"Görgüsüz" de geç..
Ama aslında onu deme hakkınız da yok..
Bali'ye giden, oradan bikinili resimler gönderen ikoncanların farkı var mı?.
New York'a giden, orada bir de ünlü fotoğraf stüdyosuyla anlaşıp, photoshop'lu ve inceltilmiş fotoğraflarını dizi dizi gönderen ne oluyor?. Üstelik yetişkin iki kız annesi ve ergenlik çağındaki o kızlar da, hep annelerinin adını yazdırıyorlar gazetelerine, dekolte resimleriyle.. "Gık" diyeniniz oldu mu?.
Hayır.. Bu ülkede eleştiri "Gücü gücü yetene" yapılır çünkü. Eleştiremediklerin öyle yüreğine işler ki, eleştirebildiklerine on misli yüklenip, içini boşaltır, kendini tatmin edersin..
Ben 65 yıldır bu mesleğin içindeyim..
Tanıdım artık.. "40 kişiyiz, birbirimizi biliriz" demiş ya eskiler..
Olayı isim vermeden yazdım. Tuzağa kendimi balıklama atmadım. Ama görüşüm var.
1. Her erkeğin sevgilisine, eşine, yakın arkadaşına, parasına göre jest yapma hakkı vardır.
Kimi sinema kapatır, kimi ocakbaşı.. Kimi milyonluk araba alır, kimi özel uçak.. Size ne?.
2. Küçük hanımın bunu Instagram'a koyup kendi reklamına alet etmesi, medyanın halini ve köşeleri görünce, müthiş bir zekâ ve ustalık.
3. Ben mi ne dedim, o resimleri görünce..
4. Bir şey demedim..
Aklıma, kuzen Doğan Şener'in (Işıklar içinde yatıyor şimdi..) 60'lı yıllarda bana elindeki Fransız gazetesinden gösterdiği bant karikatür geldi, içimden güldüm, o kadar.. Bandın ilk karesinde iki kişi yan yana yürüyorlar.. Biri uzun bir koruluğun yanından geçerken "Bu benim bahçem" diyor.. İkinci karede "Bu benim spor arabam.." Üçüncü karede "Bu benim iş arabam.." Dördüncü karede "Bu benim havuzlu villam" diyor.
Beşinci karede, öbür adam pantolonunu dizlerine kadar indirmiş.. Bir eliyle arkasını işaret ediyor..
"Bu da benim g.tüm!.."
***
PAZAR NEŞESİ
Eyüp Karadayı dostumun bana bıraktığı hazine dosyadan bir Pazar Neşesi daha. Okurken, benzerini bire bir yaşadığımı hatırladım.. Victoria's Secret o yıllarda yeni ünleniyordu. New York'ta dolaşırken, kendimi bir hafta önce açtıkları dükkânda buldum ve Holly'ye bir sürpriz yapmak istedim. Kalça numarasını biliyordum ama, sütyen.. Tezgâhtar kız "Ne boy" demişti.. Gel de anlat..
Gerisini Eyüp fıkrasında anlatmış..
Karısı, kocasına telefon ederek, akşam gelirken kendisine beyaz renkli süngersiz bir sütyen almasını istemişti..
Mağazaya giren adam, mahcup bir tavırla istediğini söyledi. Tezgâhtar kadın ölçüsünü sorunca durakladı doğal olarak!..
Tezgâhtar kız yavaşça tekrarladı:
"Karınızın göğüsleri şey, portakal kadar mı!?.."
"Yok!.."
"Elma kadar mı?.."
"Hayır!.."
"Yumurta!?.."
"Ha, evet, evet.. Ama sahanda yumurta!.."
*
Ben mi nasıl buldum?..
New York'lu tezgâhtar, üç meslektaşını yan yana dizdi ve bana sordu..
"Hangisininki kadar?."
***
LATİN SÖZLERİ
"Lex universa est, quae iubet nasci et mori!."
"Doğmayı ve ölmeyi buyuran yasa, evrensel yasadır!" Publilius Syrus
Yorum Yazın