Hıncal Uluç

Hıncal Uluç

Mail: jdgklgkd@homail.com

Bu nasıl habercilik?..

Psikiyatrın psikolojisi bozuldu!.
Yazar ve psikiyatr Cemal Dindar'ın başı, sevgilisinin eski kocasıyla derde girdi. Dindar, aldığı taciz mesajları nedeniyle psikolojisinin bozulduğunu, uyuyamadığını, hastalarına yardımcı olmakta zorlandığını belirterek savcılığa başvurdu

Korkacağın insan benim
Aybars Ş. ile Ceylan Ş. geçtiğimiz yıllarda boşandı. Hayatında yeni bir sayfa açan Ceylan Ş. ünlü psikiyatr Cemal Dindar ile görüşmeye başladı. Ancak durumu öğrenen kadının eski eşi Aybars Ş., doktorun telefon numarasını öğrenerek onu kendisi ile çocuğu arasına girmekle suçlayıp "Senin korkacağın insan benim.." şeklinde mesaj atmaya başladı.

'Huzurum bozuldu' dedi
Mesajlarına yanıt alamayan eski koca bu kez arayarak rahatsız etmeye başladı. Dindar bu gelişme üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Ünlü psikiyatr "Huzurum ve düzenim bozuldu, bu mesajlar yüzünden hastalarıma yardımcı olmakta zorlanıyorum" diyerek eski kocanın cezalandırılmasını talep etti. (2'de)

*

Ünlü psikiyatra eski koca tacizi
Psikiyatr Cemal Dindar, sevgilisinin eski kocası tarafından tehdit edildiği iddiasıyla suç duyurusunda bulundu. Dindar, kız arkadaşı Ceylan Ş.'nin eski eşi Aybars Ş. tarafından kendisine telefon aramaları ve tehdit mesajları geldiğini iddia ederek soluğu savcılıkta aldı.

Telefonla rahatsız etti
İkilinin arasında bir ilişki olduğunu öğrenen eski koca, Dindar'a "Senin korkacağın insan benim, panik yapma" sözleriyle mesajlar göndermeye başladı. Mesajlarında çocuğundan uzaklaştırıldığını da öne süren Aybars Ş., yanıt alamayınca doktoru bu kez arayarak rahatsız etmeye başladı. Bu ısrarlar karşısında çaresiz kalan psikiyatr, "Huzurum ve uyku düzenim bozuldu. Bu davranışları sebebiyle danışmanlarıma yardımcı olmakta zorlanıyorum" diyerek İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Savcılık ise Aybars Ş. hakkında soruşturma başlattı.

*

Üstte ayni haberin, ayni gazetede, ayni iki ayrı yazılışı var. Birincisi ilk sayfanın ilk yarısının baş haberi. Kocaman başlık, kocaman resim ve kocaman bir resimli imza..
"Deniz Yusufoğlu"
Bu aslında haberin sunumu olmalı. Çünkü sonunda "2'de" yazıyor, "Devamı 2'de" değil. Kapakta bu kadar yer kaplayan ve ayrıntılı sunum ve o koca resimli imzayı görünce, içerde müthiş bir haber hikâyesi okuyacağınızı sanıyorsunuz.

Deniz kardeşimiz gitmiş, psikolojisi bozulan psikiyatrı, sevgilisini, sevgilisinin eski kocasını bulmuş, konuşmuş ve film olacak bir öykü ortaya çıkarmış olmalı.
Çeviriyorsunuz hemen 2. sayfayı..
Alttaki haber.. Birinci sayfadakinin nerdeyse tıpkısının aynisi, tek yeni unsuru olmayan bir özet daha.. Üstelik bu defa birinci sayfadaki sunumun üçte biri kadar yer kaplayan minik bir habercik gibi konmuş sayfada..
Peki bu sayfanın editörü Ebru Ayaz'ın haberi yok mu olup bitenden?.
Ama benim sorunum Ebru ile değil..
Günaydın ve Ekler Yayın Yönetmeni Sinan Özedincik'le..
Çok iyi bir magazin muhabirliğinden yetişmiş olmasına rağmen, kusura bakmasın, Sabah'ın en önemli, en okunan eki olması gereken Günaydın'a gereken özeni göstermiyor.
Bak Sinan,
Günaydın, Sabah'ın siyasetten hoşlanmayan benim gibi okurları için, kurtarıcı ek..
Buradaki konuları hafif, ama içerikleri ilgi çeken "Vay be" dedirten veya gülümseten, çok iyi işlenmiş "Oku beni" diyen haberlerle dolu olmalı. Okutan ve anlatılan..
İnan Yüksel (Aytuğ) ile Mevlüt (Tezel) dışında okuyacak ve bakacak, hele de bir yerde bir dosta anlatacak çok az şey buluyorum.
Oysa dedim ya, Günaydın, siyaset dışına meraklı her ama her türlü okuru bu gazeteye çekmek için çıkıyor. Yani görevi ağır ve önemli..
Bu gazete (Ek değil, gazete) en az yarım saat elde kalmalı ve konuşulmalı. Onun için de emek vermek gerek..
İmzalara bakarsan geniş de bir ekibin var..
Haberlerini evlerinden ya da gazetedeki masalarından, ajanslara bakıp yazmasınlar.
Olay yerine gitsinler. Ya da şahısları bulsunlar ve birinci elden yazsınlar..
"Dindar'a sordum.. Dedi ki" cümlesi olsun yazının içinde.. "Dindar böyle dedi, bunları yapıyor musunuz, niçin Ş. Bey dediğimde ne cevap verdi biliyor musunuz" diye yazarsa gazetecilik yapmış olur, okunur ve Sabah'ı aldırır, okutur..
Geride bıraktığımız 2021 yılında böyle "haber hikâyesi" üslubunda ve yerinden yazılmış kaç haberin oldu, 365 Günaydın ekinde?. Bana tarihlerini ve başlıklarını söyler misin?.
Aslında 365 tane olmalı. Ama 300 de istemiyorum.. 12 tane yeter.. Ayda 1, yani..
Bu gazetede çalışanlar, evlerini bu gazeteden aldığı para ile geçindiren hepimiz, ama hepimiz, bu gazeteyi sattırmaktan sorumluyuz..
Sorumlu Müdür değil.. Biz.. Hepimiz!.

***


Ünal Özüak/Kitap
VAROLUŞÇULUKTAN ÖNCE YOK MUYDUK?
Tabii ki vardık ama AKIL ve MANTIK yoktu... Konunun duayeni rahmetli üstat Orhan Hançerlioğlu'nun, bir yazıp pir yazdığı, her okurun başucunda mutlaka olması gereken DÜŞÜNCE TARİHİ kitabının araladığı pencereden baktığımızda gördüğümüz manzara-i umumiye karanlıktan griye evrilir..
Ortaçağ'da; kilisenin hem siyaset hem de toplum üzerindeki gücünü temsil eden, aklın ve bilimin saf dışı bırakıldığı dönemde, Latince kökenli schola kelimesinden türetilen, scholasticus teriminden gelen ve kelime anlamı "okul felsefesi" anlamını içeren skolastik düşüncenin, akıl ve mantığı mutlak esaretine almış olduğunu görürüz..
Aklın esaret çağıdır sizin anlayacağınız, Ortaçağ...
Anlatımda ayrıntıya boğulmamak için kitapta mükemmelen, 42 kısım tekmili birden anlatılan aydınlanma dönemini geçerek, aklın farkına varılan varoluşçuluğun kapısına dayanalım ki, varoluşçu aklıyla nasıl bin yıl yaşanacağını anlayabilelim...
Kim demişti hatırlamıyorum. Picasso olabilir...
"Ben yaparım onlar sonra ...izm olarak adını koyarlar.."
Hayatta yapanlar vardır, bir de nasıl yapıldığını anlatanlar.
Jean Paul Sartre "existence comes before essence" (varoluş özden önce gelir) demiş, yazmış, anlatmış. Tarihçiler adını "Egzistansiyalizm" koymuşlar... Nietzsche, Sartre, Camus gibilere ilkçiler/pioneers denmesi ondandır... Hançerlioğlu olumsuzluğunu "Gerçek aydınlığının doğum yılı, yarı çatlak Alman felsefeci Frederic Nietzsche'nin doğum günüyle eş zamanlıdır (1844)" demeye kadar vardırıyor.
İlk basımı 1963'te, tam da 68 kuşağının varoluşçuluğa sardığı yılda yapılmış, kitabında, hem nalına hem mıhına, daha çok da nalına vurarak varoluşçuluğu "Hiçbir işe yaramayan bir kuram" olarak tanımlayarak, zamanın Öz Türkçesiyle yazarak, yerden yere vuran Hançerlioğlu'na kulak verelim önce..
"Egzistansiyalizm; öznel düşünceci, tek benci, usaykırıcı, bilime karşı ve bilim dışı niteliklerle bezenen bu sözde öğreti anamalcı üretim düzeninin 1930 büyük bunalım yıllarında bu bunalımın bulanık kafalarda yansımasından meydana gelmiştir.
Ekonomik bunalımın çaresizliği içinde çırpınan küçük burjuva aydınları, gizemci Kierkegard'ın dinsel-gizemsel varsayımlarına yapışmışlar ve bu abuk sabuklardan elbirliğiyle moda felsefe oluşturmaya çalışmışlardır.
Dünya gençlerinin bir bölümü bilgisizlikleri (yüzeyselin altındaki gerçekleri görememeleri) yüzünden bu modaya kapılmışlardır. Bundan ötürü de dünyanın hemen hemen her yerinde sözde kendilerini var'laştıran genç hippiler türemiştir. Hippiler varlıklarını topluma başkaldırmak ve her türlü değeri hiçe saymakla oluşturdukları kanısındadırlar. Kullandıkları uyuşturucu maddeler de bu oluşmanın başyardımcılarıdır.
Böylesine somut ürünlerde varoluşçuluk, Avrupa'da birçok küçük burjuva düşünürünce elbirliğiyle oluşturulmuştur. Varoluşçuluğun sözümona düşünsel temelinde Kierkegard'ın ermişliğiyle birlikte, Nietzsche'nin delice sabuklamaları... ve ozan Rilke'nin düşsel dizeleri yatar.
Kendilerine sorarsanız Sokrates, Augustinus, Pascal ve hatta Descartes da varoluşçuluğun temelini atanlardandır.
Varoluşçuluk deyimi ilk kez 1929'da Alman düşünür F.Heinnemann tarafından kullanıldı. Varoluşçuluk; kimileri tarafından Tanrıcı bir düzeyde Heidegger, Jean Paul Sartre ve Albert Camus tarafındansa Tanrısız bir düzeyde oluşturulmuştur....
Varoluşçuluk benle varoluşun ayrılmaz düşüncesinden yola çıkarlar. Özellikle tanrıtanımaz varoluşçular Tanrı korkusunu bir yana bırakıp ölüm korkusuna büyük önem verirler.."
63'te Hançerlioğlu'nun yukarıdaki ve benzeri bütün olumsuz görüşlerini varoluşçularınkilerle eşzamanlı okuduk.
SSCB yapımı sessiz film Potemkin Zırhlısı ve Fellini yapımı Dolce Vita' eşzamanlı seyrettik.
Özümserken şeytana(!) uymak yerine Orhan Bey'e uyup varoluşçuluğu Hançer'leyip gömseydik ne olurdu biliyor musunuz?
Yaşanan altmış yıllık süreçte; Çekoslovakya Sovyet işgalinde kalır, Demirperde ve Berlin Duvarı yıkılmaz, Soğuk Savaş bitmez, Vietnam'daki Amerikan istilası sonlandırılmaz, Batista'dan kurtulamayan Küba, Amerikan bayrağından bir başka yıldız olurdu... gibi gibi...
Sartre başta, varoluşçular, dünyadaki bütün özgür 'ben'lik savaşlarını azmettirmiş, tetiklemişlerdir. Nerde, ne kadar devrim yaşanmışsa orda, o kadar öncelenmiş 'ben' var olmuştur...
'Ben'liğini Tanrı'ya ipotekleyen DOĞU ile kendisi kuran BATI'nın farkına bakıp karar verebilirsiniz.
Ne dersiniz, Hançerlioğlu mu haklıymış? Yoksa biz mi doğru yapmışız?.
Pinochet döneminden kalma anayasayı yeniden yazmaya gelen 35 yaşındaki Katalan-Hırvat asıllı Gabriel Boric, Pinochet'nin mirasçısı ve Hitler hayranı Jose Antonio Kast'ı yenerek Şili'de devlet başkanı nasıl oldu dersiniz?
Varoluşçuluk işe yarayan bir kuram olabilmiş mi?
......
Düşünce Tarihi
Orhan HANÇERLİOĞLU
Remzi Kitabevi
https://www.remzi.com.tr

***


BİLLUR'UN DÖNÜŞÜ MÜ?..
Hele de 1999-2000 yılları arasında, Galatasaray kafilesi Duru Turizm'e teslim olur, her deplasmana hemen ayni gurupla giderdik.. Bir aile gibi yakın dostlar olduk, hele de her maçtan mutlu dönünce..
O kafilenin yıldızı idi Billur Kalkavan.. Gittiğimiz her kenti önceden araştırır, aileler dahil hep birlikte çok eğlenip az ödeyeceğimiz yerleri bulur ve zaten tek olan serbest gecemizin harika geçmesini sağlardı.
Neresiydi orası Billur?. Bir kentte, Amerikan fıstıklarının adeta kazanla masalara konduğu ve çatır çıtır kırılan kabukların yerlere atıldığı ve mecburen üzerlerinde haşır huşur yürüdüğümüz bir upuzun bar bulmuştun bize.. Öylesi bir eğlenceyi az yaşadım. Sonra Kopenhag'dan kupayı alıp döndük.. Billur'un sesi çıkmaz oldu. 22 senedir, ne gördüm, ne duydum..
Son bir haftadır, gazetelerde adı görünmeye başladı. Dün okudum, ne güzel demiş..
"Kadınlar kızacaklar bana ama madem bu kadar aldatılmak istemiyorlar ve bu konudan çok mustaripler, o zaman estetikçilerden önce kafalarının içini doldurmaya çalışsınlar. Kadın, ev temizlemekten ve dolma sarmaktan çok daha öte bir canlı. Bir kere bunun farkına varacak. Kafalar doldurulacak. Ben cinsiyetçi olarak ayırmaktan hoşlanmıyorum ama insan kendini geliştirecek."
Yaşa Billur!.

***


TEBESSÜM
Jimmy Fallon şovunda anlatıyordu. Amerika müthiş bir kış yaşıyormuş. Pek çok yerde sıcaklık sıfırın altında imiş. Bu dondurucu soğukta oynamak zorunda kalan Amerikan futbolu takım koçları oyuncularına, kanları daha hızlı dolaşsın da soğuktan donmasınlar, maçta daha enerjik olsunlar ve daha çok koşsunlar diye yasal bir hap vermeye başlamışlar.. Tahmin edin?.
Mavi hap!. Yani Viagra!..
Fallon bunları anlattı ve bağladı.
"Aman maçtan sonra bu takımların soyunma odasına gitmeyin. Bir Sopa Müzesine girmiş gibi olursunuz.."

***


SEVDİĞİM LAFLAR
En azla tatmin olan, en çoğa sahiptir. Sinoplu Diyojen

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar