Ağabeyim Öcal Uluç, Gözlem gazetesindeki köşesinde, iş yaşamı boyu dünya denizlerini dolaşmış "Deniz Mühendisi" Mehmet Ali Ergöz'ün gittiği ülkelerde Mustafa Kemal Atatürk'le ilgili anılarını nakletti okurlarına ve de "Okumayanlara okutun" dedi.
Okudum ve bu dileğe katılıyorum. Bugün 10 Kasım Atatürk'ü Anma Günü köşemi, Atatürk'ü hiç yaşamayan dünyalılara ayırdım.
Bizde bazılarının hiç anlamadığı, hatta inkâr ettiği Mustafa Kemal'i dünya nasıl tanıyor, bir bakın. Bu ülkede hâlâ Atatürk'ü inkâr eden, "tanınmasın, bilinmesin" diye ellerinden geleni yapan, hatta küfürlerle saldıranları düşünün..
"Belki bir iki utanan çıkar" diyerek sözü M. Ali Ergöz'e bırakıyorum..
*
Yıl 1971...
Fırat adlı gemiyle, Amerika'nın Philadelphia Limanı'na 10 bin ton tütün götürmüştük. Şehri dolaşmış gemiye dönüyorduk. Yanımıza bir araba yaklaştı ve nereye gittiğimizi sordu.
"Limana" deyince bizi götürebileceğini söyledi. 3 arkadaş bindik ve geminin bordasına kadar getirdi.
Bu kibar Amerikalıyı "Türk kahvesi" ikram etmek için gemiye davet ettim.
Zabitan salonuna geçtik. Kaptanımız da oradaydı.
Misafirimiz salonu inceledikten sonra dedi ki..
"Bu geminin Türk gemisi olduğunu söylediniz. Ancak, salonda Atatürk resmi yok. Önce Atatürk'ün resmini koymalıydınız!"
Ve kahvesini içmeden gemiden ayrıldı...
Bu olayı çok düşündüm. Sanırım bu kibar Amerikalı, varlık nedenimiz olan Atatürk'e kayıtsız kaldığımızı düşünmüş ve tavrımızı vefasızlık olarak değerlendirerek bizi protesto etmişti.
*
Yıl 1982...
Hindistan'ın Bombay şehrinde otelde yurda dönüş için uçak bekliyoruz. Bizim işlerle görevli acente memuru, hepimizi grup olarak yemeğe götürdü. Restoranda her milletten denizci vardı. Yemek esnasında bir arkadaşımız sigarasını yakmak istedi, fakat çakmağı yanmadı. Yandaki masada oturan bir kişinin önünde sigara ve çakmak vardı. Şahsı Türk'e benzettiğim için çakmağı Türkçe istedim. Yüzüme tersçe bakınca, İngilizce olarak kendisini Türk sandığım için Türkçe konuştuğumu söyledim. Bir anda kabalaşarak kızgınlığını ifade etmeye başladı. Durumun kavgaya dönüşeceğini anlayan acente memuru araya girerek kavgayı önledi ve adamın ayrılmasını sağladı.
Ben durumu anlamak için memura olayın nedenini sordum. Memur bu şahsın Yunanlı olduğunu, onları 400 sene yönetmemiz nedeniyle Türklere kızgın olduğunu söyledi.
Ben, Türklerin kurdukları devletlerle Hindistan'ın kuzeyini bin yıldan fazla yönettiğini söyleyip, "Siz de mi bize kızgınsınız?" diye sordum. Acente görevlisi gayet içten bir biçimde şunları söyledi:
"Tam tersi, biz Hintlilerin size yani Türklere iki konuda teşekkür borcumuz var. Türklerin yaptığı muhteşem eserleri her yıl milyonlarca turist ziyarete gelip döviz bırakıyor. İkinci teşekkürüm, Atatürk'ün Anadolu'daki zaferiyle biz Hintlilere bağımsızlık yolunu göstermesidir. Ayrıca, Hindistan kırsalında okuma yazma mücadelesini Atatürk'ün eğitim sistemini örnek alarak yürüttük. Türkiye'deki eğitim uygulamasını biz burada yaptık."
*
Yıl 1985...
İzmir'e yük getiren Yunan bandıralı gemide baş mühendis mide kanaması geçirdiği için hastaneye kaldırılmış.
İşe davet ettikleri için görev aldım. Gemide tek Türk, baş mühendis olarak benim.
Bir sohbet esnasında, gemi kaptanı (adı Kosta'ydı) gümrükte fotoğraf makinesinin mühürlü kamaraya kilitlendiğini ve bu duruma çok üzüldüğünü söyledi.
"Makine yanında olsaydı ne yapacaktın?" diye sordum.
Oğlu istediği için, Kordon'daki Atatürk Anıtı'nın resmini çekeceğini söyledi. Şaşırmıştım.
"Atatürk size tarihinizin en büyük darbesini vuran komutandı, neden onun resmini çekmeyi düşünüyorsunuz?" dedim.
Şu cevabı verdi:
"Biz, emperyalizmin emrinde haksız ve işgalci olarak Anadolu'ya geldik. Uçurumdan aşağı yuvarlanırken Atatürk sizi uçurumun kenarından alıp, özgür uluslar arasına modern bir ulus olarak kattı. Bunu yaparken, insanlık tarihine ezilen ulusların kurtuluşuna örnek olan yeni bir deneyim kazandırdı. Onlara, özgürlükleri için mücadele ederlerse kazanacaklarını öğretti. Atatürk, bu nedenle bizim için de değerlidir."
Bu cevap nedeniyle, etkisini hayatım boyunca taşıdığım bir duygu yoğunlaşması yaşamıştım...
*
Yıl 1986...
Mısır'ın İskenderiye Limanı'ndayız. Amerika'dan buğday ve soya getirmiştik. Antik bir kent olduğu için şehri sokak sokak geziyorum. Roma döneminden kalma büyük bir yapıya rastladım, kapısında "Seamen House / Denizci Evi" yazıyordu. İçeri girdim. Öğlen vakti olduğu için yemek servisi yapılıyordu. Yaşlıca bir garson benimle ilgilenip bir masaya oturttu. Siparişimi verdim. Biraz sonra yaşlı garson yemeğimi getirdi ve "nereli olduğumu" sordu. "Türküm" dedim.
Biraz durdu ve aynen şunları söyledi..
"Siz Türkler yatıp kalkıp Atatürk'e dua etmelisiniz. Siz de, bizim olduğumuz gibi uyuyordunuz. O sizi uyandırdı ve şimdi kendi gemilerinizle dünyanın her yerinde deniz ticareti yapıyorsunuz. Ne mutlu size. Biz hâlâ uyuyoruz..."
Atatürk hiç konu edilmemişken, yemek sipariş etmekten başka tek kelime bile konuşmamışken, birdenbire söylenen bu sözler bende bir balyoz etkisi yaptı. Gemide bazı gerici zihniyete sahip arkadaşlar vardı. Bunlar Atatürk'e karşıydılar. Ertesi gün, onları aynı yerde yemeğe davet ettim. Yaşlı garson beni görünce geldi. Ve arkadaşları işaret ederek bana, "Bu gençler de Atatürk'ün çocukları mı?" diye sordu. Önceki gün söylediği sözleri, bu kez onlara dönerek söyledi ve şunları ilave etti:
"Ben okuma imkânı bulup meslek sahibi olamadım. Uzun yıllar gemilerde tayfa olarak çalıştım. Şimdi hiçbir sosyal güvencem olmadan burada garsonluk yapıyorum. Sizden farkım?.. Ne yazık ki ben bir Atatürk'e sahip olamadım."
Bu sözler, Atatürk'ün nimetlerinden faydalandıkları hâlde ona karşı olan bizimkilere verilmiş bulunmaz bir dersti. Yaşlı ve eğitimsiz bir eski Mısırlı gemici kadar Atatürk'ü tanımıyor, üstelik karşı çıkıyorlardı. Bazılarının utandığını hissettim.
***
Yıl 1988...
Ekvador'un Guayaquil şehri...
Gemideki işim bitince, çevreyi tanımak için dolaşmaya çıktım.
Bir okula rastladım. okulun girişindeki alanda 5 tane büst gördüm.
Birinci büst Simon Bolivar.
İkincisi Che Guevara.
Üçüncüsü Fidel Castro.
Dördüncüsü Emiliano Zapata.
Ve beşinci büst Mustafa Kemal Atatürk!..
Büstleri inceleyip İspanyolca açıklamaları anlamaya çalışırken, öğretmen olduğunu düzgün İngilizcesi ile söyleyen bir kişi geldi.
Nereli olduğumu sordu.
Türk olduğumu söyleyince, içtenlikli bir ilgi gösterdi.
Atatürk hakkında konuşmaya başladık. Türk devrimi konusundaki bilgisi yüksekti.
Atatürk'ü, saygı duyduğu diğer 4 devrimciden ayrı tuttuğunu söyledi.
"O yalnızca ülkesini kurtarıp modern bir ulus yaratmakla kalmadı, ezilen uluslara evrensel bir örnek yarattı. İnsanlık tarihinde hiçbir lider bunu başaramamıştır" dedi.
O an duyduğum övünç ve mutluluğu unutmam mümkün değildir.
*
Yıl 1989...
Cezayir'in başkentindeyiz... Yetmiş, seksen ve doksanlı yıllarda; Kuzey Afrika ülkelerinin tümüne, yaşamları için gerekli olan pek çok şeyi Türkiye'de üretilmiş ürünlerle biz götürüyoruz. Bu ürünleri, Türk yapısı gemilerle taşıyoruz. Bir gün, geminin zabitan salonunda Cezayirli acente memuruyla sohbet ediyoruz. Memura şöyle bir soru sordum:
"Resmi dil olduğu için Fransızca'yı yani bir Avrupa dilini biliyorsunuz. Hemen karşınızda Fransa var. 1962 yılında bağımsızlığınızı kazandınız. Ancak, hâlâ gelişmemiş bir ülke durumundasınız. Bunun sebebi nedir?"
Şu yanıtı verdi..
"Bağımsız bir ülke olduğumuz doğru. Ancak, bu kalkınmak için yeterli değil. Bizde, sizdeki gibi bağımsızlıktan sonra ülkeyi devrimleriyle çağdaşlaştırıp kalkındıracak bir Atatürk çıkmadı. Sizin en büyük şansınız Atatürk'tür. İlerleyip bugüne gelebilmenizin nedeni odur."
*
Yıl 1990...
Cezayir'in Arzew Limanı'na hububat götürdük. Yolda içme suyu tankı kirlendiği için tüm içme suyunu denize basmıştık. Limana yanaştık, su istedik. Liman yetkilileri, su pompalarının beş yıldır bozuk olduğunu, bu nedenle su veremeyeceklerini söyledi ve biraz da alaycı biçimde, "Pompayı tamir ederseniz su alabilirsiniz" dediler. Öneriyi ciddiye aldık.
Pompayı söküp geminin atölyesine getirdik. Pompa Fransızlar tarafından monte edildikten sonra hiç bakılmamıştı. Onların bıraktığı yedek parçalarla pompayı çalışır duruma getirip montajını yaptık ve tanklarımızı doldurduk. Bu işler bittikten sonra bir liman yetkilisi gemiye geldi. Biz, su parası isteyeceğini beklerken, yetkili kişi dedi ki..
"Önce Atatürk'e, sonra size teşekkür ediyoruz!"
Şaşırıp kalmıştık. "Bize teşekkür etmenizi anladık ama Atatürk'e teşekkür etmenizin nedeni nedir?" dedik.
"O olmasa, siz bu pompayı tamir edecek bir eğitim alamazdınız" dedi.
Bu arada yakında bulunan bir Yunan gemisinin de su istediğini söyledi. Ona su verip vermemeyi bize sordu. İzin istedi.
*
Yıl 1999...
Hindistan'ın Visakapatman Limanı'ndayız.
Şehri dolaşırken büyük bir kitapçı dükkânına girdim.
Çocuklar için kısaltılmış İngilizce dünya klasikleri dizisi olduğunu gördüm. İncelediğim listede "Atatürk'ün Hayatı ve Devrimleri" isimli bir kitap bulunuyordu.
Listede olmasına rağmen raflarda yoktu.
Görevliyi buldum ve diğerleri ile bu kitabı istediğimi söyledim.
Görevli, okulların yeni açıldığını, ilginin fazla olması nedeniyle kitabın kalmadığını, ısmarladıklarını ve bir hafta sonra uğramamı söyledi.
Ertesi gün limandan hareket edeceğimiz için zamanım olmadığından bu kitabı alamadım.
Bir yandan bütün kitabevi benim olmuş gibi mutlu oldum, diğer yandan derin bir acı ve üzüntü duydum.
*
Yıl 2003...
Kamerun'un Douala Limanı'ndayız.
Kütük kereste yüklenecek. Yükün sahibi, gemiye yüklemeye nezaret edecek bir kaptan göndermişti. Kaptan Hırvat'tı.
Zabitan odasına geldiğinde, kapının tam karşısına düşen duvardaki Atatürk resmini görünce duraladı. Bir süre baktıktan sonra resme doğru yürüdü.
Saygı ifade eden davranışlarla resmi nazikçe düzeltti ve hepimizin yüreğine bir ok gibi saplanan şu sözleri söyledi:
"Siz bu insanı ve ideallerini anlayamadınız. Anlamış olsaydınız bugün Avrupa kapılarında sürünmezdiniz. Avrupalılar sizin kapılarınızda bekleşirlerdi."
*
Yıl 2011...
Yer, New York Havalimanı. Yurda dönüyoruz. Benim eşyalarımı kontrol eden görevli yakamdaki rozeti göstererek "Bu Atatürk" dedi. "Tanıyor musun?" diye sordum.
"Tabii tanıyorum, okullarda Türkler için neler yaptığını öğrettiler" dedi.
Amerikalıların genel kültür konusundaki ilgisizliklerini ve eğitimlerinin sorunlarını bildiğim için bu yanıt beni hem şaşırtmış hem de üzmüştü. Türkiye'de ise "Atatürk öğrenilmesin" diye çırpınanlar vardı. Üzüntümün nedeni buydu.
***
Yıl 2017...
Bangladeş'in Chittgong Limanı'ndayız.
Gemiden inmiş limanın çıkış kapısına doğru gidiyordum.
Takkeli, entari ya da şalvar giyimli, yaşlı birisi ile hafifçe çarpıştık.
Çarpışma nedeni o olmadığı halde özür diledi ve konuşmaya başladık.
Nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu söyledim.
Hiç beklemediğim bir cevap verdi..
"Atatürk'ün çocuğusun yani!.."
Heyecanlanmıştım. Sohbeti sürdürdüm. Birçok kimseye inanılmaz gelebilir ama bana şunları söyledi:
"En büyük Müslüman Atatürk'tür. Biz Bangladeşliler, onun öğrettiği yoldan gittik... O sadece Türk ulusunun değil, ezilen tüm halkların önderidir."
***
Şimdi sıra sizde..
Düşünün.. Atatürk'ü, dünyayı ve bizi düşünün..
***
'NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!..'
Hanri Benazus, tanışmakla ve dost olmakla en gurur duyduğum insanlardan biridir. Ve de tanıdığım en büyük Atatürk hayranı Türk'tür...
İşte ondan dinlediğim iki anı ve "Milyar verseler bir tanesini satmam" dediği dünyanın en büyük kişisel Mustafa Kemal Koleksiyonu'ndan iki fotoğraf!.
*
AVM'lerde büyük sergiler açıyorum. Çok karşılaşıyorum burada. Kitaplarımın önünde Hanri Benazus diye adım yazar. Akıllının biri diyelim başka bir şey demek istemiyorum. Gelir bakar benim adıma, bir de suratıma bakar. Sonra döner "Sen kimsin?" diye sorar.
Başlar bu sefer "Sen nesin?!"
"Ben Türküm."
Parmak sallar "Doğru söyle" derler. Başlarlar saymaya; "Rum musun, Ermeni misin, Yahudi misin, Arap mısın, İngiliz misin, Fransız mısın?" sayar dururlar.
"Efendim ben Türküm" derim.
"Olmaz" derler, "Türk olsaydın, adın Ahmet olurdu, Mehmet olurdu, Süleyman olurdu!"
İşte burası çok önemli.. Onlara da anlatıyorum..
Ben çocukken büyük şans.. Atatürk'le karşı karşıya oturdum masasında. Ben leblebileri avuç avuç yedim bitirdim. Atatürk de rakısını leblebisiz bitirdi. O sofrada Ahmet, Mehmet de bitti. Şöyle bitti:
Adımı sordu "Hanri" dedim. Soyadımı sordu, "Benazus" dedim. Bana "Sen kimsin?" demedi, "Sen nesin?" demedi, "Neden adın Ahmet değil, Mehmet değil?" demedi. Bu büyüklüğü görüyor musunuz? Türklüğün ne olduğunu anlatan, o sormadığı suallerin değerini anlıyor musunuz? İsteseydim belki 50 kamyon leblebi dağıtır borç öderdim ama Türklüğün bedeli ödenmez ki!
*
Atatürk'le ilgili fotoğrafları toplarken, 1984 yılında ABD'den bir telefon geldi. Arayan kişi elinde Atatürk'ün fotoğrafının bulunduğunu ve satabileceğini söyledi.
Beni arayan, 1921 yılında Amerika'dan Türkiye'ye gelerek Atatürk'ün fotoğrafını çeken gazetecinin oğluymuş... İnanamadım, "Atatürk fotoğrafının Amerika'da ne işi var?" diye düşündüm. ABD'deki arkadaşımı arayıp, New York'a gitmesini ve fotoğrafı incelemesini istedim. Beni arayan kişinin babası gazeteciymiş. 1921 yılında Türkiye'ye gelip, Atatürk ile röportaj yapmış ve kendisi çekmiş, gerçekten. Türkiye'de olmayan Atatürk fotoğraflarından biriydi. Günübirlik Amerika'ya gittim. Sabah vardım, fotoğrafı satın aldıktan sonra aynı akşam uçakla geri döndüm.. Benden başkasında yok o fotoğraf.
***
TEBESSÜM
1938 yılı, 10 Kasım'ı...
İstanbul Üniversitesi'nde "Saat 9'u 5 geçe" haberi duyulmuş... Bir Alman profesör var, Hukuk Fakültesi'nde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi, girerse ne yapacak, bir türlü karar veremiyor.
Sonunda rektöre çıkmış..
"Efendim, tereddütteyim.. Acaba ne yapsam?" diye sormuş. Rektör cevaplamış..
"Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapıyorsanız, onu yapın."
Alman profesör kollarını iki yana açmış..
"Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki."
***
SEVDİĞİM LAFLAR
"Süngülerle, silahlarla ve kanla kazandığımız askeri zaferlerden sonra, kültür, sanat, bilim, fen ve ekonomi alanlarında da zaferler kazanmaya devam edeceğiz." Mustafa Kemal AtatürkV
Yorum Yazın