Hıncal Uluç

Hıncal Uluç

Mail: jdgklgkd@homail.com

‘Artık Bu Solan Bahçede Bülbüllere Yer Yok!’

Salı günü bu köşede naklettiğim "Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır" o kadar büyük ilgi gördü ki.. Günümüzde hâlâ romantik şarkılara ve romantizme bu düşkünlük nasıl hoşuma gitti, bilemezsiniz..
Ömür Ceylan'ın "Ömürlük Şarkılar / Şarkılaşan Ömürler" kitabı öylesine enfes yaşanmış öykülerle doluydu ki, bir tane daha yayınlamak istedim, tatil gününüzde..
Ailemizin en büyüğü Alaeddin Yavaşça'nın bestesi "Artık Bu Solan Bahçede Bülbüllere Yer Yok" başlıklı öyküyü seçtim. Ama seçimde torpil yok. Çünkü Ömür Ceylan, besteciyi değil, söz yazarı Faruk Nafiz Çamlıbel'in öyküsünü anlatıyor..
94 yaşındaki Alaeddin Ağabeyim, hastanede bakım altında.. Eşi Sevgili Ayten Abla'nın ve çoğu öğrencisi doktorlarının şefkati ile yaşamını sürdürüyor.
Üstadın Kilis'ine armağan ettiği, doğup büyüdüğü konağı, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca müze yapılıyor. Gaziantep'te ise Belediye Başkanı Fatma Şahin'in başlattığı Alaeddin Yavaşça Kültür ve Sanat Merkezi projesi de tamamlanmak üzere. Yakında açılacak..
Şimdi söz Ömür Ceylan'da..

***

Azize Hanım vefat ettiğinden beri Faruk Nafiz'in Arnavutköy'deki evindeydi Cemile Hanım. Tam yirmi dört gün önce haberi duyar duymaz buraya koşmuş, Faruk Nafiz'in:
- Gelen giden olacak, biraz burada mı kalsan Cemile? demesi üzerine de o günden beri evden dışarı adımını atmamıştı.
Beraber büyümüşlerdi Faruk Nafiz'le. Bütün ailesi, Manastır'da, Makedon isyancılar tarafından gözlerinin önünde öldürüldüğünde henüz beş yaşındaydı.
Onu da süngülemişler, öldü diye bırakmışlardı.
Saatler sonra Cemile'yi bulan Osmanlı askerleri, yaralarını tımar edip İstanbul'a getirerek Darü'l- Eytâm'a teslim etmişlerdi.
Buz gibi bir aralık sabahı erkenden uyandırılıp Darü'l-Eytâm müdürünün odasına götürüldüğünde görmüştü ilk kez Süleyman Bey'i Cemile.
Yumuşacık bakışları, sıcacık bir gülüşü vardı.
Saçlarını okşamış, onunla bir müddet sohbet etmiş, sonra da:

- Cemile, güzel kızım, seni bizim evimize
 götürsem bizimle yaşar mısın? Hem benim de küçük bir oğlum var, onunla oynarsınız deyip bazı evrakları imzaladıktan sonra elinden tutarak doğruca evine götürmüştü onu. 25 Aralık 1908 günü, yani bundan tam elli sekiz yıl evvel adım att-ı ğı o ev, Cemile'nin bugün hatırlayabildiği tek evi olmuştu işte.
Karısı Fatma Ruhiye Hanım da tıpkı Süleyman Bey gibi sevecen, sabırlı, nazik bir insandı.
Ne o, Fatma Ruhiye Hanım'ın bir dediğini iki etti ne de Fatma Ruhiye Hanım yıllar boyunca ona bir kez sesini yükseltti. Hatta kelimenin tam anlamıyla mukaddes bir emanet gibi üzerine titrediler Cemile'nin.
Cemile için ne zaman bir şey satın alacak olsalar, istemediğinde hemen telaşlanırlar, bu isteksizliği kendisini yabancı hissettiğine yorup üzülürler, kelimeleri özenle seçerek onun da ailenin bir ferdi olduğunu, bir kızları olsa ancak bu kadar sevebileceklerini, onu evin öz kızı olarak gördüklerini defalarca tekrar ederlerdi.
"Sen de bizim kızımızsın" cümlesini çocukluğundan beri belki de binlerce kez duyan Cemile, yıllar sonra bu cümleyi hiç duymamış olmayı, hatta onun yerine "
- Sen bu evin yanaşmasısın!

- Sen bu evin halayığısın" demiş olmalarını o kadar çok istemişti ki!
Küçük Cemile eve geldiğinde Faruk Nafiz on yaşındaydı. O da yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla karşılamıştı Cemile'yi.
Bakırköy'deki müstakil evin içinde ya da bahçesinde her ne ile uğraşırsa uğraşsın muhakkak Cemile'yi de dâhil eder, ona bir şeyler öğretmeye çalışır, mahallenin diğer çocukları bahçeye geldiğinde Cemile'yi onlardan gözü gibi sakınırdı. Hatta bir gün saklambaç oynarken tavan arasına saklanan Cemile'yi dakikalarca bulamayınca hıçkıra hıçkıra ağlayan Faruk Nafiz'i annesi güçlükle sakinleştirebilmişti.
Henüz bir yıl dolmadan okuma yazmayı da Faruk Nafiz öğretti Cemile'ye. Her gün ona küçük vazifeler verir, okul dönüşü daha önlüğünü çıkarmadan Cemile'yi bulup verdiği vazifelerin yapılıp yapılmadığını kontrol eder; geçmiş yıllarda kullandığı ders kitaplarının hemen tamamının bu şekilde Cemile tarafından da okunduğuna emin olurdu.
Cemile'nin bu evde ve özellikle Faruk Nafiz'in yanında hissettiği duygunun adı önceleri güvendi. Onunla iken kelimenin en gerçek anlamıyla kendini güvende hissediyor; Manastır'da zihnine kazınmış olan o kanlı fotoğrafı bile unutuyor, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordu.
Okumayı, yazmayı çok seviyordu Faruk Nafiz.
Cemile de onun gözüne girebilmek ve böylece onunla daha fazla vakit geçirebilmek için Faruk Nafiz'in verdiği her şeyi büyük bir şevkle okuyordu. Özellikle Faruk Nafiz'in defterleri ve eski kitaplarının derkenarlarına aldığı notlar sayesinde yalnız onun okuduğu şeyleri okumakla kalmıyor, adeta Faruk Nafiz'i de kelime kelime okuyup tanıyor, tanıdıkça daha da bağlanıyordu ona. Hele Faruk Nafiz'in, şiire merak saldıktan sonra, yazdığı mısraları herkesten önce ve büyük bir heyecanla koşup Cemile'ye okuması, Cemile'nin de kendisini özel hissetmesine yol açıyor, o da her zaman olduğu gibi onun tarafından fark edilebilmek için şiirler yazıp Faruk Nafiz'e okuyordu.
Yıllar böyle geçti. Cemile, iç dünyasının, Bakırköy'deki bu küçük evde, kendisine dahi sezdirmeden masum ve erişilmez bir sevda kozası ördüğünü anladığında artık on beş yaşındaydı. Anladığı andan itibaren de kendisine kucak açan bu âlicenap insanlara ihanet ettiği düşüncesi, hayatını bir kâbusa çevirmişti.
- Sen de bizim kızımızsın!
Bu cümle, Faruk Nafiz'i gördüğü anda cam kırıkları gibi ruhuna sökün ediyor, ne ondan uzak kalmayı ne de ruhundaki bu sızıyı dindirmeyi başarabiliyordu.
Acısı da sevdası da tek taraflıydı Cemile'ye göre. Onun duygularından haberdar olduğuna dair Faruk Nafiz'de tek bir imaya dahi şahit olmamıştı. Aksine bir ağabeyin kardeşine duyduğu sevgi ve düşkünlükten hiç ödün vermiyor, bu durum da Cemile'yi daha çok yaralıyordu.
Babasının ısrarıyla kısa bir süre Tıp mektebine devam eden Faruk Nafiz, şiire ve kitaplara yakın olmak için mektebi bırakıp gazeteciliğe başlamış ve nihayet bir gazetenin temsilcisi olarak Ankara'ya gitmişti. Onun evden ayrılışıyla Cemile'nin azabı bir miktar dinmiş olsa da bu sefer de onu görememenin ıstırabıyla yanıp kavrulmaya başlamıştı. Özlemi dayanılmaz boyutlara ulaştığında bu Ankara işinin geçici olduğuna, çok geçmeden onun İstanbul'a, evine döneceğine kendisini inandırmaya çalışırdı Cemile. Ama öyle olmadı. Faruk Nafiz yirmi dört ve kendisi on dokuz yaşında iken başlayan bu ayrılık acılarla dolu bir ömür boyu sürecekti...
Önce Kayseri daha sonra da Ankara'ya edebiyat muallimi olarak atanan Faruk Nafiz'in, henüz İstanbul'da iken yayınlanmaya ve ilgi çekmeye başlayan şiirleri de ona hızlı ve geniş bir şöhret kazandırmıştı.
Cemile, gazete ve dergilerde onun imzasını taşıyan her makaleyi, her şiiri muhakkak bulur, defalarca okur, hatta bir gün beraber okuyacakları hayaliyle şiirleri ezberler ve hepsini özenle keserek saklardı.
İlk hayal kırıklığı da işte bu sıralarda oldu. Onu takip edebilmek için aldığı gazetelerin birinde, Faruk Nafiz'in tıpkı kendisi gibi bir şair ve yazar olan Şükufe Nihal'e âşık olduğu, eşinden ayrılan Şükufe Nihal'in de şairi deliler gibi sevdiği, ikilinin artık şiirlerini birbirleri için yazacakları haberini gördü. Kısa bir süre sonra gerçek olduğunu anlayacağı bu haberi görünce ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemedi Cemile. Hissettiği şeyin adını bile koyamıyordu.
İhanete uğramışlığın verdiği sukut-ı hayal ve kızgınlık değildi bu. Tamamen kendi içinde, tek başına yeşerttiği ve gözyaşlarıyla sulayarak büyüttüğü bir çiçeğin solmasından, ondan haberi bile olmayan Faruk Nafiz'i nasıl sorumlu tutabilirdi ki?!
Bırakın sitem etmeyi ona kızamıyordu bile.
Hüzün; sadece derin, karanlık, dipsiz bir hüzün...
Yıllarca bu hüznün ve kendisine dahi itiraf edemediği bir ümidin kucağında yaşadı Cemile. Artık yaşı da otuza yaklaşmıştı. Nihayet önce gazetelerde bu aşkın bittiğine dair haberleri gördü, sonra da Faruk Nafiz'in annesine yazdığı mektuptan artık İstanbul'a döneceğini öğrendi.
Cemile'nin mutluluktan içi içine sığmıyordu ki bir gün Faruk Nafiz çıkageldi. Ama yalnız değildi.
Yanında, yıldırım nikâhıyla evlendiği karısı Azize Hanım da vardı!
Yalnız onun ihtiyacı olduğunda yanında olmaya, bunun dışında mecbur kalmadıkça görüşmemeye karar verdi Faruk Nafiz'le. Ama şiirlerini okumaktan, ezberlemekten hiç vazgeçmedi. Hatta bazı geceler onun kimi aşk şiirlerine bir gölge gibi sızarak adeta, "- Ben burdayım!" diye haykıran mısralar ekleyip, sonra da birileri görür korkusuyla yazdıklarını gün doğumunda yakmak gibi bir alışkanlık bile edindi.
Süleyman Bey ve Fatma Ruhiye Hanım'ın vefatlarında, taziyeleri beraber kabul ettiler. Birlikte büyüdükleri evde tek başına yaşamaya başladı Cemile.
Onlarca yıl boyunca, İstanbul'daki öğretmenliği ve Ankara'daki milletvekilliği dönemleri dâhil, o ne zaman çağırsa koştu.
1960 ihtilalinden sonra Yassıada'da görüşe izin verilmedi ama Kayseri Cezaevi'nde defalarca ziyaret etti Faruk Nafiz'i.
Son zamanlarda Azize Hanım'ın hayli hastalandığını, Faruk Nafiz'e büyük hürmet duyan bestekâr Doktor Alaeddin Yavaşça aracılığıyla ulaşılan çok ünlü bir hekimin de tedavi için çok geç kalınmış olduğu için ameliyata yanaşmadığını duymuştu.
Yirmi dört gün önce Azize Hanım'ı toprağa verdiklerinden beri de onun isteği üzerine bu evde, yanındaydı.
Yarım asır sonra yine aynı çatı altındaydılar.
Daha doğrusu cismen öyle görünüyordu. Faruk Nafiz, kendisini çalışma odasına kapatmış, taziye için gelenler haricinde odadan çıkmıyor, hiçbir şey yiyip içmiyor ve dışarı sızan gramofon sesinden anlaşıldığı kadarıyla da hemen hemen hiç uyumuyordu.
Perişan bir durumdaydı.
Cemile ise yıllar içinde hasretten lime lime olmuş yüreğiyle bu kez de gözlerinin önünde günbegün eriyen bu koca adamı teselli etmeye çalışıyordu.
Gece yarısına doğru yine elinde tepsi ile odasının kapısını iki kez tıklatıp içeriye girdi. Son günlerde defalarca yaptığı gibi sehpanın üzerinde hiç dokunulmamış olan öğlen yemeği tepsisini alıp elindekini bırakarak çıkacaktı ki:
- Cemile! dedi Faruk Nafiz.
- Otursana biraz.
Cemile, elindeki tepsiyi de diğerinin yanına koyup çalışma masasının karşısındaki koltuğa usulca oturdu.
Bir dörtlük yazdım, dinler misin?
Cemile kulaklarına inanamıyordu. Zaman bir anlığına durdu Cemile için. Tıpkı çocukluk günlerindeki gibi yazdığı şiiri ilk ona okuyacaktı öyle mi?
Ama bu kez eskisi gibi davranmayacaktı Cemile.
"Ben buradayım!" demek için bir siluet gibi süzülmeyecekti mısraların arasına. Bu anı yaşama ihtimaline bir ömür harcamıştı. O da konuşacak, kendisinin de onu hiç unutmadığını ve yıllardır ona sonsuz bir aşkla bağlı olduğunu söyleyecek hatta belki birkaç mısra da o okuyacaktı bu sefer. Bütün cesaretini toplayarak:
- Tabii, buyur
dedi. Faruk Nafiz, acı yüklü bir ses tonuyla yavaş yavaş okumaya başladı:

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok

Şiir bittikten sonra:
- Azize için yazdım bunu. Yarın Alaeddin'e götürüp bestelemesini isteyeceğim.
Nasıl buldun? diye sordu Faruk Nafiz.
Ama Cemile cevap veremedi. Kelimeler boğazında düğümleniyor, göz pınarlarında biriken yaşların bile donduğunu hissediyor, bir an önce o odadan çıkmak dışında bir şey düşünemiyordu. Yerinden kalktı ve hızlı adımlarla odadan dışarı attı kendisini.
Ertesi sabah erkenden kalktı Faruk Nafiz.
Alelade birer "Günaydın" dışında hiçbir şey konuşmadılar. Cemile'nin hazırladığı kahvaltı sofrasından birkaç lokma alıp çıktı. Gece söylediği gibi doğruca Alaeddin Yavaşça'nın Nişantaşı'ndaki muayenehanesine gitti. Dörtlüğü masasına bırakıp:
- Bestelersen sevinirim dedi ve hemen ayrıldı muayenehaneden.
Azize Hanım vefat etmeden önce sık sık uğradığı Emirgan Çınaraltı çay bahçesine geçti. Birkaç bardak çay içti. Dörtlüğü bestelenmek üzere Alaeddin Yavaşça'ya teslim etmiş olması garip bir huzur bulmasını sağlamıştı sanki. Kendisini toparlanmış hissediyordu.
- Cemile de beni böyle görünce sevinecek diye geçirdi içinden. Kalktı, bir dolmuşa binerek Arnavutköy'e, eve geçti. Cebinde anahtarı olmasına rağmen zili çaldı; açan olmadı kapıyı.
Birkaç kez daha denedikten sonra anahtarıyla kapıyı açarak eve girdi.
Gittikçe yükselen bir sesle "Cemile, Cemile" diye bağırarak bütün evi dolaştı; ama Cemile yoktu.
Oturup düşünmek için salona geçti ve işte o sırada gördü yemek masası üzerine bırakılmış kâğıdı. Heyecan ve merakla kâğıdı aldı, okumaya başladı, birkaç dakika sonra koltuğa yığılıverdi...

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok

Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok


Çektiklerimin binde birin yazmadım ammâ

Gam defterini aç hele bir bak ki neler yok


Mâtem kesilen ömrümün esrarı hep onda

Hülyalı bakıştan ve gülüştense haber yok


Kim dinler onu kim inanır etse yeminler

Benden dese Mecnun ki bu âlemde beter yok


Kalbinde kazıp kabrini gömmüşse nihâyet

Leyla bilir elbette ki Mecnun'da keder yok


Etmezse veda âleme yâriyle beraber

Gördükte garibi kimi var der kimi der yok


Dikkatle bakın yazmada alnında kazası

Cânânı zamansız yiten âşıkta kader yok


Sevda sunulup aşk içilen meclisi sorma

Baştanbaşa gezsen de bu âlemde o yer yok


Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok

Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok

***


FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL
1898'de İstanbul'da doğdu. Babası maliye müfettişi Süleyman Nafiz Bey, annesi Fatma Ruhiye Hanım'dır.
Bir süre Tıp Fakültesi'ne devam etti fakat yarım bırakıp gazeteciliğe başladı.
Kayseri, Ankara ve İstanbul'da edebiyat öğretmenliği yaptı. Bir ara adı Şükufe Nihal'le anılsa da tek evliliğini kendisi gibi bir öğretmen olan Azize Hanım'la gerçekleştirdi.

1946- 1960 yılları arasında Demokrat Parti milletvekili olarak Meclis'te bulundu.
60 ihtilalinde diğer Demokrat Partililerle beraber Yassıada ve Kayseri Cezaevi'nde tutuldu. Beraatinden sonra siyasete bir daha dönmedi ve ömrünün sonuna dek Arnavutköy'deki evinde yaşadı.
Aruzu ve heceyi aynı ustalıkla kullanan şair 1926'dan itibaren Anadolu insanı ve kültürünü ön plana çıkaran bir sanat anlayışını benimseyerek "memleket edebiyatı" cereyanının öncülerinden oldu:
"Beş Hececiler" denilen grupla birlikte anıldı. "Şark'ın Sultanları", "Dinle Neyden", "Çoban Çeşmesi", "Suda Halkalar" ve "Han Duvarları" şairin çok bilinen şiir kitaplarındandır.
1973'te vefat etti.

***


ALAEDDİN YAVAŞÇA
1926 yılında Kilis'te doğdu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi ve emekliliğine dek Haseki Hastanesi Başhekimliği görevini yürüttü. Çocuk yaşlarda Batı musikisi keman dersiyle başlayan musiki ilgisi, İstanbul'a geldikten sonra tanıştığı önemli isimlerle beraber klasik Türk musikisine yöneldi.

1950'de İstanbul Radyosu'na solist icracı olarak atandı. 1975 yılında kurulan İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'nın kurucu profesörlerinden oldu.
1991 yılında kendisine "Devlet Sanatçısı" unvanı verildi.
Solist ve şefliğinin yanı sıra altı yüz elliyi aşkın besteye imza koyan Alaeddin Yavaşça, Cumhuriyet tarihinin en üretken bestekârlarından biridir.

***


Kitap adı: Ömürlük Şarkılar Şarkılaşan Ömürler
Yazar: Ömür Ceylan

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok
Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok
Bezminde kadeh kırdığımız sevgililer yok
Bir yer ki sevenler sevilenlerden eser yok.
Güfte: Faruk Nafiz Çamlıbel
Beste: Alaeddin Yavaşça
Makam: Hicaz

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar