Haminnem "Türk filmi" severdi... Filmlerde oyuncuların gerçekten öldüklerini sanır ve çok üzülürdü...
Sonra başka bir filmde bir oyuncu yeniden karşısına çıkınca da "çok şükür ölmemiş taze" diye sevinirdi...
Haminnemin okuması yazması yoktu. Yeşilçam tam da ona göre bir sinema üretiyordu.
Biz "Türk filmine" gitmezdik.
Sütü bozuk olduğumuzdan değil, bunlar kötü film olduklarından.
"Yeşilçam" demek "kötü sinema" demektir.
İşin matrağı, film şirketleri yoğun olarak Yeşilçam Sokağı'nda değil, caddenin öbür tarafında Alyon Sokak'ta yoğunlaşmışlardı.
Ucuz eleman deposu olan figüran kahveleri de buradaydı. Ünlü On Bir Osman'ın kahvesi gibi. Yönetmenler ve oyuncular Azmi'nin kahvesini tercih ederler, tavla, pişbirik ve altılı ganyan gibi asıl meşgalelerini orada gerçekleştirirlerdi.
Yeşilçam, lumpenler tarafından lumpenler için yapılan bir sinemaydı.
Teknoloji yoktu. Yeşilçam, sinema tekniğinin en basit öğelerinden "dolly" ve "şaryo"yu bile reklam sektöründen öğrendi.
Dublajın yapay seslerinden de bir türlü kurtulamadı, çünkü bu işten çok kişi ekmek yiyordu. "Aktüel sesle" çekim yapmayı bir türlü başaramadığından "bum" ile bile tanışamadı.
Böylece ortalığı "konuşmayı bilmeyen" oyuncular da kapladı, nasıl olsa filmde kendi sesleri duyulmayacaktı.
Işıklandırma yoktu, Atilla İlhan'ın deyimiyle "kabak ışık" kullanılıyor, birkaç spot ve sigara paketlerinin yaldızlarından üretilmiş yansıtıcı panolarla yetiniliyordu. Böylece her planın ışığı birbiriyle eşdeğerdi.
Kostüm yoktu. Her oyuncu filmde giyeceği kostümleri kendisi getiriyordu. Sezon başında "ünlü yıldız Avrupa'ya gitti, gardrobunu yeniledi" gibi magazin haberleri çıkardı.
Sermaye birikimi de yoktu. Yapımcıların kazandığı paralar yeniden sinemaya yatırılmıyor, ya iş hanı yaptırmaya ya da metreslerine kürk almaya gidiyordu...Ya da kumara tabii...
Filmler, Anadolu işletmecilerinden sağlanan avanslarla finanse ediliyor, o dandik senaryolar da elbette onların dayattığı şekilde biçimleniyordu.
"Derme çatma" ve "külüstür" kavramları Yeşilçam'ı en iyi özetleyen kavramlardır.
Yeşilçam'da "okumuş" da yoktu, bırakın sinema okumayı...
***
Yeşilçam binlerce ama binlerce film üretti.
Ayakta kalabilen yalnızca iki film olmuştur: Biri ünlü "Susuz Yaz" tabii, öteki de "Üç Arkadaş"... Eskiden buna "Kırık Çanaklar"ı da eklerlerdi, şimdilerde hatırlayan pek yok.
Üç Arkadaş'ın da son sekansını çöpe atmak şartıyla... Film, arkadaşların kör kızı ameliyat ettirebilmek için suç işleyip hapise girmeleriyle biter. Kızın gözleri açıldıktan sonra ünlü bir şarkıcı olması ve onları seslerinden tanıması, Charlie Chaplin'den doğrudan arak olmakla birlikte çok ucuz ve kötü bir Yeşilçam numarasıdır. (En iyisi DVD'sini Toptaşı Cezaevi'nin kapı görüntüsüyle kesmek, filmin geri kalanını "atılmış sahneler" bölümünde "bonus" niyetine göstermek.)
Hani, Yavuz Turgul'un "Gönül Yarası" filminde olduğu gibi... Film, kız memleketine gitmek üzere otobüse bindiği anda biter.
Orada bitse buruk bir tat bırakan harika bir film olacaktır. Ondan sonrası, Turgul'un kendini kurtaramadığı ve bir çuval inciri berbat ettiği basit ve ucuz Yeşilçam kelekliğidir.
***
Bir Türk sineması ancak Yeşilçam öldükten sonra doğabildi.
Ulaştığı düzey itibarıyla "orta halli" bir sinemadır. Çok şükür "kötü sinema" düzeyinden kurtulmuştur.
Tıpkı Türkiye'nin kendisi gibi... Az gelişmiş ve geri bir ülke olmaktan "orta düzeyde" bir ülkeye ulaştık.
Nereden çıktıysa bir Yeşilçam tartışması çıktı gene, alın bu da katkı olsun.
Gene de "İstanbul Boğazı buz tutacak" gibi zırvaları tartışmaktan iyidir.
Ama Serenay'ın mayosuyla Şeyma'nın nafakası konu olarak ölümsüzdür tabii.
Ne yapalım ağabey, bu da Yeşilçam'ın basını.
Yorum Yazın