Önceki akşam Boğaziçi Üniversitesi’ndeki olayları izlerken 50 yıl öncesine gittim.
20 Temmuz 1970...
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Abdülhamid zamanından kalma 1416 sayılı kanunu ile devlet bursu almışım...
O gün doktora eğitimi için Paris’e ayak bastım.
*
İlk işim iki filmi seyretmek oldu...
Biri “Woodstock”...
Öteki ise “Strawberry Statement”...
Fransızcaya “Çilekler ve Kan” olarak çevrilmiş...
Stuart Hagmann’ın bir filmi...
Film, 1960’lı yılların sonunda San Francisco’daki hayali bir üniversitede öğrenci olaylarını devletin güvenlik güçlerinin bastırmasını anlatıyor.
Ancak New York’taki Columbia Üniversitesi’nde öğrenci işgalleri sırasında yaşanan gerçek olaylardan esinlenmiş.
Aslında filmin kahramanı politize bir genç de değildir... Ama yaşadıkları, devlet güçlerinin yaptıkları onu politize eder.
Filmin sonunda SWAT timleri üniversiteye girer ve biber gazı, hatta mermi kullanır. Ve çok trajik olaylar yaşanır.
*
Filmin müziklerini hâlâ unutamıyorum.
Crosby Stills, Nash&Young’ın “Our House”ı, “Helpless”i, özellikle de Thunderclap Newman’ın “Something in the Air”i...
Bütün dünyada 68 gençlik eylemleri vardı...
Tıpkı şarkıdaki gibi “Havada bir şeyler dolaşıyordu”...
Vietnam Savaşı sürüyordu... Bütün dünya gençliği ayaktaydı...
*
Filmi seyrettiğimde 23 yaşında solcu bir gençtim...
Tabii ki gönlüm, kalbim, vicdanım o genç çocukların yanındaydı...
Ama bugün geriye baktığımda öğrencilerin işgal ettikleri dekanlık binalarında eşyaları kırıp döktüklerini de görüyorum.
Yani kanunsuz eylemler de vardı.
*
Önceki akşam 50 yıl sonra bu filmden ne kalmış diye girip baktım...
İşte gördüğünüz bu afiş kalmış...
Birbirine sarılıp ağlayan iki öğrenci ve üzerinde bir cümle:
“Tek arzuları üniversiteye gitmekti...”
Tabii ona bakarken şunu da düşündüm.
Dün geceki Boğaziçi’nden yarına hangi afiş kalacak...
O FİLMİ SEYREDEN BİRİ OLARAK GENÇLERE SÖYLEMEK İSTEDİĞİM
DÜNYANIN her yerinde devletin güvenlik güçleri “Düzeni korumak”, “Anarşiyi önlemek” gerekçeleri ile toplumsal olayların üzerine gidiyor.
Adaletin işlemesi, ölçünün kaçırılmaması kaydıyla bunlar normal.
Ama ölçü kaçırılınca, tarihe malzeme olarak kalan şey işte bu afişler oluyor...
*
Filmin son sahnesi hâlâ gözümün önünde...
Zaman zaman dönüp yine seyrediyorum...
Ve hep aklıma şu sorular geliyor.
Acaba o gün o çocukların üzerine devlet gücünü gönderenlerden yaşayanlar bugüne kalan afişleri görünce ne düşünüyordur?
Tabii o çocukları da düşünüyorum...
Acaba o olayları yaşayanlardan bugün hayatta olanlar ne düşünüyordur?
Çünkü o olayların arkasından iktidara Vietnam Savaşı’nı bitirecek biri değil, Nixon geldi.
*
Benim bazı düşüncelerim değişti... Ama değişmeyen tek şey şu kaldı:
Müşfik devletler, olayların üzerine müşfik giden, hukuki çerçevede kalan devletler böyle sosyal olaylardan daha da güçlenerek çıkıyor...
*
Sertlik, ölçüsüz müdahale ise... Haklı bile olsa, geriye bu afişleri bırakıyor.
Sonunda devlet “Düzeni sağlıyor”, “Anarşiyi önlüyor”... Ama ölçüsüz kullanılan güçten tarihe bu sahneler kalıyor.
*
Öğrencilere gelince söyleyebileceğim tek şey şu...
Haklılık sınırını aşmayın...
Şiddetten, kırıp dökmekten uzak durun...
Devlet güçleriyle çatışmaya girmeyin...
*
Sabredin....
Tarih hep haklılığı sabra çevirenlerin yanında oluyor...
HEZİMET DEĞİL, ONURLU BİR YENİLGİ, ŞEREFLİ BİR YALNIZLIK
CÜNEYT Özdemir bir anket yaptı...
En yakışıklı kim?
Orhan Pamuk mu...
Ben mi...
Kendisi mi...
19 bin kişi oy kullanmış.
Sonuç şu:
Yüzde 37 Cüneyt Özdemir
Yüzde 11 Orhan Pamuk...
Yüzde 6 ben...
Ancak şunu anlamadım...
“Heteroseksüel kıskançlık” rekabeti benimle Orhan Pamuk arasındaydı...
Cüneyt çok emin olduğu için kendini de ekledi...
Evet sonucu kabulleniyorum...
Kadınların nezdinde, Nobel almış bir yazar karşısında kaybetmek benim için hezimet değil, “Onurlu bir yenilgidir”...
Yalnız kalmış olsam da...
Bu da “Şerefli bir yalnızlıktır”...
BİR KADININ GÖZÜNDE İŞTE BU ERKEK OLMAK İSTERDİM
SAHNE şöyle...
Atlı bir araba New York’ta Plaza Otel’in önünde durur.
Arka tarafta bir kadınla erkek öpüşmektedir.
Erkek Robert Redford...
Kadınsa Jane Fonda...
Bir süre sonra evleneceklerdir ve kadın öpmeyi bırakıp erkeğe konuşur:
“Balayımız iyi gitmezse boşanmayalım... Birbirimizi öldürelim...”
Tutkunun böylesine tutkulu bir ifadesini hiç görmemiştim.
“Parkta Çıplak Ayak” (Barefoot in the Park) filminin bir sahnesidir bu ve Jane Fonda’nın gerçek hayatta da erkeklere bakışını da anlatan bir anekdottur.
Bakın onun ilk kocası ile tanışma anını anlatayım.
‘VE ALLAH KADINI YARATTI’ DİYEN ERKEKLE TANIŞMA ANI
JANE Fonda Paris’te “Ve Allah Kadını Yarattı” filminin yönetmeni Roger Vadim’i ilk defa Maxim Gazinosu’nda gördüğünde ilk tepkisi şu olur:
“Nefesim kesildi. Kendimi tehlikede hissettim. Çok etkileyici ve çok seksiydi...”
O gece tanışmamışlar...
Daha sonra bir film stüdyosunda görüşmüşler.
“O gece bir otele gittik” diyor. Sonraki izlenimleri
ise şöyle:
“Çok karizmatikti. Çok rahatlatıcıydı. Ama görmek istemediğim yanları vardı...”
Hep böyle erkeklere gitti...
Sonraki kocası Tom Hayden’dı...
Hani şu “Şikago Yedilisi” filminde izlediğimiz yargılanan siyasi
aktivistlerden biri...
Dün akşam bir kere daha Jane Fonda belgeselini izledim.
Adı “Jane Fonda in Five Act”...
Bir kere daha anladım ki...
Heteroseksüel alfa yakışıklı erkek yarışmasında birinci olmaktan daha önemli durumlar da var...
Siz isterseniz buna “Kaybedenin teselli mükafatı da” diyebilirsiniz.
AYRILANLAR JAPON ASKERİNE BENZİYOR
HASAN Cemal dün teşhisi koşmuş:
“CHP parçalanıyor...”
Üç milletvekili ayrılmış...
Ayrılanların açıklamalarına baktım. Demode bir ulusalcılık... Klasik bir Batı düşmanlığı... Hizipçi bir psikoloji...
Savaşın bittiğini bilmeyip hâlâ ormanda saklanan Japon askerleri gibiler.
Trajik mi komik mi diyeyim karar veremedim. Kusura bakmasınlar ama bu kafayla siyasette kalabilecekleri tek yer Aydınlık gazetesinde bir köşe olabilir...
Bana göre ayrılarak CHP’ye büyük iyilik yapıyorlar.
Yine bana göre CHP parçalanmıyor, tam aksine sağlam ve toparlayıcı bir merkezde toplanıyor...
O İTALYA’YI ÇOK ÖZLEDİM VE BU TENOR BANA ÇOK İYİ GELDİ
GEÇEN hafta çıkan yeni müzik parçalarından birini çok sevdim. Freddie De Tommaso adlı yeni işittiğim bir İtalyan İngiliz tenor, Carlo Innocenzi’nin “Addio Sogni di Gloria” adlı parçasını söylüyor.
Carlo Innocenzi 1899 doğumlu Perrugialı bir besteci.
De Tommaso, onun bestesini, Enrico Caruso gibi büyük Napolili tenorlar geleneğine sımsıkı bağlı bir yorumla okumuş.
Bu retro, vintage ses insanı alıp İtalya’ya götürüyor.
Tam bugünlerde aradığım bir duyguydu...
Çok iyi geldi.
KATKIDA BULUNANLAR
Sayfa Editörü: Firuzan Demir
Düzeltmen: Metin Usta
Tasarım ve Uygulama: Selma Songül Zengin
Yorum Yazın