Bandırma'da kış.. Ben 7 yaşındayım. Öcal Ağbim 10. Serpil bebek.. Kemal henüz yok.. Gene bir cumartesi gecesi.. Annem gene harika bir çilingir sofrası hazırlamış. Masada içki olduğu için biz çocuklar ayrı yemişiz. Şimdi gürül gürül yanan odun sobasının yanında oturuyoruz. Ve kendimizden geçmiş dinliyoruz.. Bu kaçıncı cumartesi gecesi ve kaçıncı dinleyişimiz.. Bazı dizeleri dinleye dinleye ezberlemişiz.. Arada masadakilerle beraber mırıldanıyoruz..
Ne mi dinlediğimiz.. Nâzım Hikmet.. Kuvayı Milliye.. Sonra kitabın tamamını defalarca okudum.. Okuduklarım 8. Bab!. Yani son bölüm..
Okuyanlar mı?. Babam.. Babamın yakın arkadaşı, öğretmen Ahmet Amca.. Ahmet Ellezoğlu.. Bana, evimize gelip özel ders vererek İngilizce öğreten, "Dil bu yaşta öğrenilir" diyen adam.. Aslan Amca.. Alparslan Türkeş.. Babamın çok yakın arkadaşı o da.. Subay o da..
Ve bunların üçü de, hem de nasıl Türk milliyetçisi..
İşte o 8. Bab, yani Nâzım'ın koyduğu uzun isimle..
"26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
VE
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER"
Bu 26 Ağustos gününde, bizi bugünlere getiren zaferi, "İlk hedefi Akdeniz" olan Büyük Taarruz'u en güzel anlatan destanı, özellikle bugünün gençleri ve çocukları da okusunlar istedim ve tümüyle, aynen köşeme aldım..
Bin teşekkür, bin minnet duygularımla, Nâzım Usta!.
***
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlık yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflatun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün
nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım
sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar: 'Üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak
çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına
kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona 'Deli Erzurumlu' derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silahsız adam:
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedi bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de adayı,
meydanı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenabı rabbülâlemine şühedayı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır:
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
'Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'.
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor:
- Bizim İstiklal Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam?
Akif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Mesela, bakın:
'Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.'
Hayır,
gelecek günler için
gökten ayet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
'Kim bilir belki yarın...'
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülazımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hatırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu:
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına:
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar:
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvayı külliyesini ihata ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustos'a kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustos'ta düşman kuvayı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis:
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki: 'Teselyalı Çoban Mihail,'
Nurettin dedi ki: 'Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...'
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu:
'Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...'
Sonra.
Sonra, 9 Eylül'de İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki layığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hakim
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...
***
YAVUZ!..
Aslında bugün "8. Bab" dışında bir şey yazmamaya niyetliydim.. Ama günlerdir beni ağlatan Yavuz kardeşim, Sevgili Yavuz Donat'ı gene gözyaşları içinde okuyunca, dün sabah, ona da mutlak teşekkür etmem gerektiğini düşündüm..
Nerdeyse tüm köşe yazarları, pandemiden beri evde çalışırken, 80 yaşındaki Yavuz adım adım ülkeyi dolaşmaya devam etti. Hem yurdun her köşesini bizzat görerek, yaşayarak anlattı, hem de halkın nabzını tutarak, milletin gündemi ne, insanlarımız neyi konuşuyor, neyi istiyor onu anlatıp, iktidar, muhalif tüm siyasilere ve siyasetle ilgisi olanlara çok önemli fikirler, dersler verdi..
Hele son günlerde yaptığı muhteşem..
Adım adım.. Anıt anıt.. Mezarlık mezarlık.. Mezar mezar dolaşıyor, Büyük Taarruz boyunca yolları.. Mezar taşlarında ve anıtlar üzerinde yazanlarla anlatıyor adeta o 8. Bab'ı.. Şehitlerin dilinden anlatıyor, bugünleri kimlere borçlu olduğumuzu..
Okumayanlar.. O mezar ve anıt taşlarının resimlerini görmeyenler.. Çok şey kaybettiniz.
Hemen Google'a girin. "Yavuz Donat Yazıları" yazın.. Hepsini bulursunuz..
Bulun ve okuyun!.
Sana da teşekkür Yavuz.. Sana da minnet!.
***
TEBESSÜM
Bizim Bandırma yıllarımızda Hava Pilot Teğmen olarak, Bandırma Hava Üssü'nde Bombardıman Pilotu olarak görev yapan Albay Burhan Göksel'den derlediğim bu anıyı, Tebessüm etmeniz değil, gurur duymanız için buraya aldım..
Çanakkale'de sıhhiye çavuşu, karşısında 2 yaralı asker görür. Biri Fransız biri de Türk.. Mehmetçik ölmek üzeredir. Sıhhiye çavuşu çantasına bakar ki bir tek iğnesi kalmış. Kime yapacak?.
Fazla düşünmez. Ölmek üzere olan Türk askerine değil, kurtarılması mümkün Fransız'a kullanır, son iğnesini.."
9 Eylül günü İzmir'de indirilen Yunan bayraklarından biri çiğnemesi için önüne serildiğinde, "Bayrak bir milletin şerefidir, ne olursa olsun yerlere serilmez ve çiğnenmez. Kaldırınız" diyen Mustafa Kemal'in askerinden ne beklenirdi ki?.
***
SEVDİĞİM LAFLAR
Zafer, 'Zafer benimdir' diyebilenindir. Mustafa Kemal Atatürk
Yorum Yazın