Hıncal Uluç

Hıncal Uluç

Mail: jdgklgkd@homail.com

26 Ağustos Gecesinde Saatler...

Bandırma'da kış.. Ben 7 yaşındayım. Öcal Ağbim 10. Serpil bebek.. Kemal henüz yok.. Gene bir cumartesi gecesi.. Annem gene harika bir çilingir sofrası hazırlamış. Masada içki olduğu için biz çocuklar ayrı yemişiz. Şimdi gürül gürül yanan odun sobasının yanında oturuyoruz. Ve kendimizden geçmiş dinliyoruz.. Bu kaçıncı cumartesi gecesi ve kaçıncı dinleyişimiz.. Bazı dizeleri dinleye dinleye ezberlemişiz.. Arada masadakilerle beraber mırıldanıyoruz..
Ne mi dinlediğimiz.. Nâzım Hikmet.. Kuvayı Milliye.. Sonra kitabın tamamını defalarca okudum.. Okuduklarım 8. Bab!. Yani son bölüm..
Okuyanlar mı?. Babam.. Babamın yakın arkadaşı, öğretmen Ahmet Amca.. Ahmet Ellezoğlu.. Bana, evimize gelip özel ders vererek İngilizce öğreten, "Dil bu yaşta öğrenilir" diyen adam.. Aslan Amca.. Alparslan Türkeş.. Babamın çok yakın arkadaşı o da.. Subay o da..
Ve bunların üçü de, hem de nasıl Türk milliyetçisi..
İşte o 8. Bab, yani Nâzım'ın koyduğu uzun isimle..
"26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
VE
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER"

Bu 26 Ağustos gününde, bizi bugünlere getiren zaferi, "İlk hedefi Akdeniz" olan Büyük Taarruz'u en güzel anlatan destanı, özellikle bugünün gençleri ve çocukları da okusunlar istedim ve tümüyle, aynen köşeme aldım..
Bin teşekkür, bin minnet duygularımla, Nâzım Usta!.

***

Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,

ne ağaç, ne kuş sesi,

ne toprak kokusu vardır.

Gündüz güneşin,

gece yıldızların altında kayalardır.

Ve şimdi gece olduğu için

ve dünya karanlıkta daha bizim,

daha yakın,

daha küçük kaldığı için

ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten

evimize, aşkımıza ve kendimize dair

sesler geldiği için

kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi

okşayarak gülümseyen bıyığını

seyrediyordu Kocatepe'den

dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlık yerdedir

ve Hıdırlık-tepesi olmasa

Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.

Kuzeydoğuda Güzelim-dağları

ve dağlarda tek

tek

ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde

ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde

şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:

Akarçay belki bir akar su,

belki bir ırmak,

belki küçücük bir nehirdir.

Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip

ve kılçıksız yılan balıklarıyla

Yedişehitler kayasının gölgesine girip

çıkar.

Ve kocaman çiçekleri eflatun

kırmızı

beyaz

ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki

haşhaşların arasından akar.

Ve Afyon önünde

Altıgözler Köprüsü'nün altından

gündoğuya dönerek

ve Konya tren hattına rastlayıp yolda

Büyükçobanlar Köyü'nü solda

ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp

gider.


Düşündü birdenbire kayalardaki adam

kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün

nehirleri.

Kim bilir onlar ne kadar büyük,

ne kadar uzundular?

Birçoğunun adını bilmiyordu,

yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel

Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da

geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.


Dağlarda tek

tek

ateşler yanıyordu.

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,

birdenbire beş adım

sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saatı sordu.

Paşalar: 'Üç' dediler.

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak

çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına

kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.


Saat 3.30.


Halimur - Ayvalı hattı üzerinde

manga mevziindedir.


İzmirli Ali Onbaşı

(kendisi tornacıdır)

karanlıkta gözyordamıyla

sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi

baktı manga efradına birer birer

Sağda birinci nefer

sarışındı.

İkinci esmer.

Üçüncü kekemeydi

fakat bölükte

yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.

Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.

Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı

tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.

Altıncı,

inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,

memlekette toprağını ve tek öküzünü

ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için

kardeşleri onu mahkemeye verdiler

ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için

ona 'Deli Erzurumlu' derdiler.

Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.

Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı

ve gözünü kırpmadan

daha bir hayli yara alabilir,

yine de dimdik ayakta kalabilir.

Sekizinci,

İbrahim,

korkmıyacaktı bu kadar

bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp

birbirine böyle vurmasalar.

Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:

tavşan korktuğu için kaçmaz

kaçtığı için korkar.


Saat 4.


Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.

Gözler karanlıkta, uzakta.

Eller yakında, makanizmalar üzerinde.

Herkes yerli yerinde.

Tabur imamı

mevzideki biricik silahsız adam:

ölülerin adamı,

kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,

durdu boyun büküp

el kavuşturup

sabah namazına.

İçi rahattır.

Cennet, ebedi bir istirahattır.

Ve yenilseler de, yenseler de adayı,

meydanı gazadan o kendi elleriyle verecektir

Cenabı rabbülâlemine şühedayı.


Saat 4.45.


Sandıklı civarı.

Köyler.

Sarkık, siyah bıyıklı süvari,

çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.

Çukurova beygiri

kuyruğunu karanlığa vuruyordu:

dizkapaklarında kan,

kantarmasında köpük...

İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,

atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.

Geride, köylerde bir horoz öttü.

Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari

ellerinin tersiyle yüzünü örttü.

Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan

bir başka horoz vardır:

baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.

Düşmanlar herhal onu çoktan kesip

çorbasını yapmışlardır...


Saat beşe on var.


Kırk dakka sonra şafak

sökecek.

'Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak'.

Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,

On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu

Nurettin Eşfak,

mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak

konuşuyor:

- Bizim İstiklal Marşı'nda aksıyan bir taraf var,

bilmem ki, nasıl anlatsam?

Akif, inanmış adam,

fakat onun, ben,

inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Mesela, bakın:

'Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.'

Hayır,

gelecek günler için

gökten ayet inmedi bize.

Onu biz, kendimiz

vaadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum

zaferden sonrasına dair.


'Kim bilir belki yarın...'


Saat beşe beş var.


Dağlar aydınlanıyor.

Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.

Gün ağardı ağaracak.

Kokusu tütmeğe başladı:

Anadolu toprağı uyanıyor.

Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp

ve pırıltılar görüp

ve çok uzak

çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak

bir müthiş ve mukaddes macerada,

ön safta, en ön sırada,

şahlanıp ölesi geliyordu insanın.

Topçu evvel mülazımı Hasan'ın

yaşı yirmi birdi.

Kumral başını gökyüzüne çevirdi,

kalktı ayağa.

Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.

Şimdi bir hamlede o kadar büyük,

öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki

bütün ömrünü ve hatırasını

ve yedi buçukluk bataryasını

ağlanacak kadar küçük buluyordu.


Yüzbaşı sordu:

- Saat kaç?

- Beş.

- Yarım saat sonra demek...


98956 tüfek

ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden

yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,

bütün aletleriyle

ve vatan uğrunda,

yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle


Birinci ve İkinci ordular

baskına hazırdılar.


Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,

beygirinin yanında duran

sarkık, siyah bıyıklı süvari

kısa çizmeleriyle atladı atına.

Nurettin Eşfak

baktı saatına:

- Beş otuz...

Ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz...


Sonra.

Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

Bunlar:

Karahisar güneyinde 50

ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.


Sonra.

Sonra, düşman ordusu kuvayı külliyesini ihata ettik

Aslıhanlar civarında


30 Ağustos'a kadar.


Sonra.

Sonra, 30 Ağustos'ta düşman kuvayı külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis:

Alaturka sopa yemiş bir temiz

ve sırmaları kopuk frenk uşağı...


Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.

Nurettin dedi ki: 'Teselyalı Çoban Mihail,'

Nurettin dedi ki: 'Seni biz değil,

buraya gönderenler öldürdü seni...'


Sonra.

Sonra, 31 Ağustos günü

ordularımız İzmir'e doğru yürürken

serseri bir kurşunla vurulan

Deli Erzurumluydu.

Devrildi.

Kürek kemikleri altında toprağı duydu.

Baktı yukarı,

baktı karşıya.

Gözler hayretle yandılar:

önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları

her seferkinden kocamandılar.

Ve bu postallar daha bir hayli zaman

üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından

seyredip güneşli gökyüzünü

ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra...

Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden

ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden

yüzlerini toprağa döndüler...

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.

Kan içindeydi yüzü gözü.

Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

Kaçanı kovalamıyordu yalnız

ulaşmak da istiyordu bir yerlere

ve sadece kahretmiyor

yaratıyordu da.

Ve kılıçların,

nalların,

ellerin

ve gözlerin pırıltısı

ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü

ve şu türküyü duydu:

'Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket bizim.


Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benziyen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.


Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu davet bizim...


Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim...'


Sonra.

Sonra, 9 Eylül'de İzmir'e girdik

ve Kayserili bir nefer

yanan şehrin kızıltısı içinden gelip

öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,

Güneyden Kuzeye,

Doğudan Batıya,

Türk halkıyla beraber

seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.


Ve biz de burda bitirdik destanımızı.

Biliyoruz ki layığınca olmadı bu kitap,

Türk halkı bağışlasın bizi,

onlar ki toprakta karınca,

suda balık,

havada kuş kadar

çokturlar;

korkak,

cesur,

cahil,

hakim

ve çocukturlar

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

kitabımızda yalnız onların maceraları vardır...

***

YAVUZ!..
Aslında bugün "8. Bab" dışında bir şey yazmamaya niyetliydim.. Ama günlerdir beni ağlatan Yavuz kardeşim, Sevgili Yavuz Donat'ı gene gözyaşları içinde okuyunca, dün sabah, ona da mutlak teşekkür etmem gerektiğini düşündüm..
Nerdeyse tüm köşe yazarları, pandemiden beri evde çalışırken, 80 yaşındaki Yavuz adım adım ülkeyi dolaşmaya devam etti. Hem yurdun her köşesini bizzat görerek, yaşayarak anlattı, hem de halkın nabzını tutarak, milletin gündemi ne, insanlarımız neyi konuşuyor, neyi istiyor onu anlatıp, iktidar, muhalif tüm siyasilere ve siyasetle ilgisi olanlara çok önemli fikirler, dersler verdi..
Hele son günlerde yaptığı muhteşem..
Adım adım.. Anıt anıt.. Mezarlık mezarlık.. Mezar mezar dolaşıyor, Büyük Taarruz boyunca yolları.. Mezar taşlarında ve anıtlar üzerinde yazanlarla anlatıyor adeta o 8. Bab'ı.. Şehitlerin dilinden anlatıyor, bugünleri kimlere borçlu olduğumuzu..
Okumayanlar.. O mezar ve anıt taşlarının resimlerini görmeyenler.. Çok şey kaybettiniz.
Hemen Google'a girin. "Yavuz Donat Yazıları" yazın.. Hepsini bulursunuz..
Bulun ve okuyun!.
Sana da teşekkür Yavuz.. Sana da minnet!.

***


TEBESSÜM
Bizim Bandırma yıllarımızda Hava Pilot Teğmen olarak, Bandırma Hava Üssü'nde Bombardıman Pilotu olarak görev yapan Albay Burhan Göksel'den derlediğim bu anıyı, Tebessüm etmeniz değil, gurur duymanız için buraya aldım..
Çanakkale'de sıhhiye çavuşu, karşısında 2 yaralı asker görür. Biri Fransız biri de Türk.. Mehmetçik ölmek üzeredir. Sıhhiye çavuşu çantasına bakar ki bir tek iğnesi kalmış. Kime yapacak?.
Fazla düşünmez. Ölmek üzere olan Türk askerine değil, kurtarılması mümkün Fransız'a kullanır, son iğnesini.."
9 Eylül günü İzmir'de indirilen Yunan bayraklarından biri çiğnemesi için önüne serildiğinde, "Bayrak bir milletin şerefidir, ne olursa olsun yerlere serilmez ve çiğnenmez. Kaldırınız" diyen Mustafa Kemal'in askerinden ne beklenirdi ki?.

***


SEVDİĞİM LAFLAR
Zafer, 'Zafer benimdir' diyebilenindir. Mustafa Kemal Atatürk

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar